Aşk asla pişmanlık duymamaktır
Sonradan çok düşündü. İleride yaşayacağı o onulmaz acıları bilebilmesi mümkün olsaydı eğer, yine de gider miydi kütüphaneye o gün?
Şıkırdım bir mayıs günüydü. Sabahtan küçük kütüphanenin yolunu tutmuştu. Burayı seviyordu. Ana kütüphanede kitap alma işlemleri çok uzun sürüyordu. Oysa burada istediği her kitaba hemen erişebiliyordu.
Kütüphane görevlisi değişmişti. Yeni bir kız işe başlamıştı. Emredici bir sesle istediği kitabın adını söylemiş ve kız da ona alayla bakıp, kütüphanenin sahibi olup olmadığını sormuştu. Sertçe kitabı yeniden istemiş, kız da ona “sen zengin ve aptal bir züppesin, bu kütüphane senin malın değil” diye cevap vermişti.
Böyle tanışmışlardı işte. Kızın kahverengi kocaman gözlerine, zekasına, korkusuzluğuna vurulmuş, ne olduğunu anlayamadan ona sırılsıklam aşık oluvermişti. Ne çok zengin ailesi, ne hokey takımı, ne hukuk dersleri. Hepsi gözünden silinmişti. İri kahverengi gözler, üstünkörü bir at kuyruğu yapılmış saçlar ve muzip bir gülümsemeden başka hiçbir şey görmüyordu artık.
Sonra? Tanışmanın derinleşmesi. İki kişinin bir kişi olması. Soluk alır gibi, su içer gibi sevişmek. O olmadığında binlerce kişi içinde bile yapayalnız kalmak. Aşık olmak.
Sonra? Zengin babanın bu aşka karşı çıkması. Sevgilerinden başka bölüşebilecekleri hiçbir şeyleri bulunmayan iki insan. Evlilik. Geçim parası bulabilme telaşı. Kasvetli apartman dairelerini aşklarıyla aydınlatmaya çalışmak.
Sonra? Ansızın başlayan sinsi sancılar. Yüksek ateş nöbetleri. Korku ve umutla gidilen doktorlar. Acı gerçek. Tehlikeli bir kanser türü. Çırpınışlar. Çaresizlik. Mum gibi erimek.
Sonra? Kaçınılmaz son. Sıradan bir hastane odasında, bir deri bir kemik kalmış, alnı ter içinde, kocaman kahverengi gözlü ve hala güzel bir kadının son bir kez gülümsemesi ve “aşk asla pişmanlık duymamaktır” diye fısıldayıp, gözlerini sonsuza kadar kapatması.
Sonradan çok düşündü. İleride yaşayacağı o onulmaz acıları bilebilmesi mümkün olsaydı eğer, yine de gider miydi kütüphaneye o gün? Düşündü ve her defasında hep aynı cevabı verdi. Evet. Giderdi. Çünkü çok iyi biliyordu ki “aşk asla pişmanlık duymamaktır”...
Tüm zamanların en çok satan aşk romanı Love Story’nin yazarı Erich Segal, ileride karşılaşacağı o ağır eleştirileri bilebilseydi eğer, bu kitabı yine de yazar mıydı? Segal bu soruya her zaman “evet” diye cevap verdi. Ne de olsa o “aşk asla pişmanlık duymamaktır” diye unutulmaz bir cümlenin yazarıydı ve Love Story’i de aşkla yazmıştı.
Erich Segal, Harvard Üniversitesi’ni bitirdi ve orada öğretim üyesi oldu. Latin ve Roma edebiyatı alanlarında uluslararası bir otorite olarak kabul edildi. Segal, bunları pek önemsemiyordu. O içindeki “yaramaz çocuğun” peşindeydi hep. Mesela çok sevdiği Beatles Grubu’nun “Sarı Denizaltı” filminin senaryosunu yazmaktan çekinmiyordu.
Akademik çevreler onun bu “çocukca” davranışlarını eleştirirken, Segal asıl büyük sürprizini yaptı ve Aşk Hikayesi’ni piyasaya çıkardı. Segal’i tanıyanlar, kitapta Latin edebiyatına ait yepyeni fikirlerin bulunduğunu, Segal’in, yeni bulgular sergilediğini sandılar. Bu nedenle de kitapta yazılanlara inanmaları hayli güç oldu. Onlar hala Segal’in şaka yaptığını, basmakalıp bir aşk hikayesi anlatır gibi yaparak, yeni edebiyat kuramları yazdığı düşüncesindeydiler.
Kitabı hiç beğenmemişlerdi ve Segal gibi dünyaca ünlü bir edebiyat profesörünün, niçin zengin bir erkek ile fakir bir kız arasında geçen ve sonunda kızın ölmesini anlatan bu kadar yavan bir konuyu yazdığına akıl erdirememişlerdi.
Love Story’de Harvard'lı zengin bir öğrenci olan Oliver Barrett ile müzik öğrencisi, yoksul Jennifer Cavilleri'nin hikayesi anlatılıyordu. “Jenny ile Oly”, ortak hayatlarının daha başında umutsuz bir hastalıkla karşılaşıyorlardı. Sonunda Jenny son nefesini vermeden önce kocasına “aşk asla pişmanlık duymamaktır” diye fısıldayıp, gözlerini yumuyordu.
Belki binlerce kez yazılmış bu kadar sıradan bir konuyu işleyen Aşk Hikayesi, ortalığı tam anlamıyla allak bullak etti. O yıllarda ABD Vietnam ile acımasız bir savaşa girmişti. Amerikan gençleri, bu savaştan ürküyor ve sığınabilecekleri bir köşe arıyorlardı. Başlarını dayayabilecekleri, sırtlarını yaslayabilecekleri sevgililer arıyorlardı. Arkadaş arıyorlardı. Tertemiz bir aşk arıyorlardı. Ayrıca, anlamsız bir savaşta ölmekten çok daha romantik geliyordu onlara bir hastalık sonucunda ölmek.
Erich Segal bu istekleri canlandırmıştı işte Love Story’de. Roman tam kırk bir hafta New York Times’ın en çok satanlar listesinde birinci sırada kaldı. Otuz üç dile çevrildi ve sadece iki yılda yirmi bir milyon adet satıldı. İnsanlar, hayatın hayhuyu arasında unutup gittikleri o mucizeyi yani aşkı yeniden bulmuşlardı bu kitapta şimdi.
Erich Segal, daha sonra başka kitaplar da yazdı. Nedir, hiçbiri Aşk Hikayesi’nin başarısına ulaşamadı. Bunun nedeni, Segal’in yeteneğinin körelmesi değildi. O, Aşk Hikayesi’nin daha ilk satırlarında bunun sebebini açıklamıştı zaten.
O ilk satırlarda, karısı Jenny kolları arasında ölüp giden Oliver, hastane çıkışında karşılaştığı ve kendisinden Jennifer’i anlatmasını isteyen babasına şunları söylemişti: “Yirmi beş yaşında ölmüş biri için daha başka ne anlatılabilir ki? Güzelliği, olağanüstülüğü, Mozart’ı, Bach’ı, Beatles’ı ve beni sevmesinden başka...”
Siz başka bir şey anlatabilir miydiniz?
YORUMLAR