Konfor alanından çık, uçurumdan atla!
Konfor alanı diye bir şey varmış öyle duydum. İnsanlar onun içine girip korkudan bir daha çıkamıyor ve konfor uğruna yaşamın tüm tatlarını feda ediyormuş... Hayatı tümüyle yaşamak için risk almak ve zaman zaman önümüze çıkan uçumlardan atlamak gerekiyormuş. Bana öyle olduğunu söyleyenlerin yalancısıyım. Zira benim o konfor alanın varlığından da nerede olduğundan da haberim yok! Bir bulursam gireceğim bir daha da çıkmayacağım! Biri bana bahsi geçen konfor alanın nerede olduğunu artık söylesin! 40 yaşına geldim, oradan iki oda bir salon bir yer almak istiyorum.
Bu konfor alanı meselesi o kadar popüler kültüre yerleşti ki iki reklam filminden biri bizi konfor alanından çıkmaya çağırıyor. Durup oturup kalmışlıktan kaynaklanan suya düşen hayaller, tekdüze hayatlar reklam filmlerinin en gözde malzemesi haline geldi. Gerçi reklamlarda işin doğası gereği çözüm olarak gene onu bunu almak önerilse de herhalde hepimiz iyi kötü biliyoruz konfor alanından çıkıp hayatı kucaklamanın bir şeyler almaktan geçmediğini...
Reklamları boş verelim ama aklımıza gelebilecek doğudan batıya ne kadar bilge varsa hepsinin belki de ortak olarak söylediği tek bir şey var: “Uçurumdan atla! Neden korkuyorsan onu yap.”
Bilgelerin hep bir ağızdan söylediği bu şarkıya kulak vermek zor. Mevlana’dan, Budha’ya bilgeler korosu böyle derken. Başta anne babamız olmak üzere toplumun geri kalanı kulağımıza “sakın ha” diye fısıldıyor. Hele bizim toplumuzda hep “sürüden ayrılanı kurt kapıyor!”
Değil korktuğunu yapmak, azıcık etrafında dolaşır olsan hemen kulağın çekiliyor. Felaket senaryoları hatırlatılıyor. Biz de dizimizi kırıp, mecbur kaldığımız bir hayata oturup kalıyoruz. Sonra bir gün reklamcılar bunu fark edip bize yeni bir araba alıp şehirden iki saat uzaklıkta kampa giderek büyük bir maceraya atılma imkanı sunuyorlar... Böylece konfor alanından çıkıp, kalpten gelen bir hayat yaşamış oluyoruz. Muhtemelen dönüşte köprü trafiği berbat oluyor ama olsun.
Bu bahsettiğim bizim jenerasyonun kendi kafesi, tabi öncekilerinin de, ondan öncekilerinin de... Y jenerasyonu bizden biraz daha farklı... Onlar kalpten yaşamanın anlamını bana göre daha fazla biliyorlar. Bu nedenle bu günlerde kurumsal hayatın başı Y jenerasyonu ile belada. Onları oldukları yerde tutmak hiç kolay olmuyor. Uçurumdan atlayıveriyorlar.
Bana gelince; benim konfor alanı düğmeme zaten hiç basılmamış. Ne yalan söyleyeyim azıcık yorgunum ve yine ne yalan söyleyeyim hayattan çok zevk alıyorum. 40 yaşındayım ve daha bir gün bile sıkılmadım! Değişik bir şeyler yapsam, hayatıma heyecan katsam gibi bir derdim hiç mi hiç yok.
Yaşamımın çoğu kalbimden gelen şeyleri yaparak geçiyor. Hep mi böyleydin? Diye sorarsanız biraz hep böyleydim, sonradan iyice oldum. Ben de herkes gibi kalpten gelene direniyordum. Sonra başıma yaşlanmak denen şey geldi ve çok da güzel oldu. Risk algım yaşım ilerledikçe daha da azaldı.
Ünlü bir laf vardır. “Çok korkunç bir hayatım oldu, çok büyük bir kısmı başıma gelendi” diye.
Kimseye kendi hayatı ile ilgili ne yapacağı konusunda akıl verilmez. Hayat sizin için neyin doğru olduğunu bilenen insanlarla dolu! Yirmi yaşındayken ben de biliyordum, sonra bildiğim her şeyi unuttum. Şimdi çok şükür, kendim için neyin doğru olduğunu bilmediğimin haklı mutluluğu içindeyim. Doğrular, yanlışlar yaşamla neredeyse eş zamanlı olarak revize olup dururken, kendime ve sevdiklerime diyecek tek bir şeyim var.
Korkma!
Her neden kokuyorsan, ondan... Ama e çok içinden, içinin içinde gelenden...
YORUMLAR