Aşk, romantizm ve evlilik
Bana, romantizm deyince aklınıza gelen ilk iki şeyi şimdi söyleyin. Beklemek yok, hemen şimdi! Kafanızda romantizm ile özdeşleştirdiğiniz bir nesne, bir kavram, bir insanlık hali, bir sahne.... Yahut bende olduğu gibi bir vücut sıvısı. Hiç fark etmez, hemen şimdi! Ben size söyleyeyim. Benimkiler: Çiş ve ölüm...
İlki, hayatımda izlediğim en romantik film sahnesini temsil ediyor. İkincisi de okuduğum en romantik roman sahnesini. Biraz tuhaf seçimler, kabul ediyorum. Ama elimden bir şey gelmiyor. Bir adamdan çiçek almayı, karşılıklı şampanya tokuşturmayı ben de seviyorum. İki şömine çıtırdasa, fonda tatlı bir musiki çalsa ben de isterim. Ama tüm bunlar, genel kanın aksine, bana ne o kadar ulaşılması ne de devam ettirilmesi zor geliyor. Kırmızı gül, şampanya kolay. Çiş ve ölüm zor.
Üstelik aşk, bana göre zamanla ölen bir şey de değil. Hatta aşkı filizlendiren tek şey, zaman. Üç aydır beraber olan bir çift bana: “Çok âşığız” dediklerinde gülesim geliyor. “Durun bakalım, siz daha nereye âşıksınız, çiş ve ölüm olmadan aşk mı olur?” dememek için kendimi zor tutuyorum. Şimdi deli olduğumu düşünüyorsunuz. Neden olduğunu anlatacağım, bana hak vereceksiniz.
Evlilik, pijamaların giyilip televizyon karşısında göbeklerin kaşındığı bir müessese. Bu hikâyeye, hangi film karesinden başladığınızın önemi yok. Bu filmin vardığı yer hep aynı.
Üzerinde Allah'a emanet bir sabahlık şifayı kapmışsınız. Sümüklü burnunuzu çekerek ortalıkta geziyorsunuz. Saçlarınız az önce elektrik verilmiş gibi havada. Güzel olmak, hiç gitmediğiniz Asya’da bir ülke. Çekici olmak, ismini hiç duymadığınız egzotik bir meyve. Evin beyi, elinde bira koltuğa çökmüş maç seyrediyor. Arada televizyona doğru sövüp sayıyor. Birazdan içtiği biranın etkisiyle tuvalete gidecek ve muhakkak ki klozetin kapağını açık unutacak. Bu sahneleri bir Hollywood romantizmine dönüştürecek yönetmen, henüz doğmadı. Ama yapacak bir şey yok, hayat böyle. Yaşamın büyük kısmı şampanyasız, çileksiz ve şöminesiz geçiyor. Sonra bir bilet alıp bir filme gidiliyor, kitapçıdan bir kitap alınıyor. Popüler kültür, aşk ve romantizmi kırmızı güllü tarif ettikçe biz de ona inanıyoruz.
Dediğim gibi; güldür, serenattır, elmas yüzüktür hiçbirine karşı değilim. Lütfen bu yazı, şahsıma yönelik bu tür olası girişimlerden vazgeçilmesine neden, yahut bu girişimlerin yokluklarına bahane olmasın. Ama yine de çiş ve ölümü hiçbiri dövemez onu söyleyeyim.
İlki çiş... Dünyanın en romantik film sahnesi. Film, Babel (Babil) Fas’ta geçiyor.
Brat Pitt ve Cate Blanchett, evliliğinde sorunlar olan iki çocuklu Amerikalı bir çift. Fas’ın medeniyetten çok uzak bölgesinde bir turist kafilesi ile birlikte tatildeler. Kadın, serseri bir kurşun tarafından omzundan vuruyor. Yakın mesafede ne bir hastane, ne bir ambulans var. Kanama ağır. Yerel bir doktorun olduğu bir Fas köyüne sığınıyorlar. Faslı doktor, bir köylünün sefalet içindeki evinde çakmakla iğne ısıtıp kadının yarasını dikip kanamayı durduruyor. Fas’ın sıcağının kavurduğu, pislik ve yokluk içindeki bu köyde, batılı turistler birer şaka gibiler. Kadın ölmekten korkuyor. Adam, bir ambulans bulabilmek için insan üstü mücadele veriyor.
Kerpiçten loş evde kadın yerde yatıyor. Kan, toz toprak, ter ve kendi çişiyle kaplı. Adam, kadının yüzünü seviyor. Kadın, kocasının gözlerine bakarken mahcup, belli belirsiz bir gülümsemeyle: “Çişimi yaptım tutamadım.” diyor. “Galiba tekrar yapacağım.” Kocası, ev sahibinden bir tas istiyor. Yaralı kadının sağlam kolunu kendi boynuna doluyor. Kadın, biraz olsun doğrulmaya çalışırken adam eteğini kaldırıp kadının çişli külotunu sıyırıyor, sonra tası eteğinin içine sokuyor. Kadın kalan bir damla gücüyle kocasının boynuna sarılıp, pis yüzünü kocasının kendininkinden bile daha pis yüzüne dayıyor. Sahne boyunca çişini yapıyor. Hem de uzun uzun.
Sonra, öpüşüyorlar. Tutkuyla ve uzun uzun.
İkincisi ölüm... Aşk, evlilik ve romantizm laflarını ağzınıza aldığınız anda bahsetmeden olmayacak tek kitaptan: Anna Karenina. Benim sahnem, Levin ve karısı Kitty arasında geçiyor.
Levin’in yıllardır görmediği abisi, üçünü sınıf bir otel köşesinde ölüm döşeğinde. Levin, ölmekte olan abisinin yanına gelince, ne yapması gereken şeyleri yapabiliyor ne söylemesi gerekenleri söyleyebiliyor. Acı ve korku içinde. Can çekişen bu adamdan, ölümden korkuyor. Levin’nin eli kolu kalkmıyor, dudakları bir türlü oynamıyor. Kitty, hasta adamın sayılı saatlerinde Levin’in yapması gereken her şeyi yapıp, söylemesi gereken her şeyi söylüyor. Kocasının kalkmayan eli kolu, kıpırdamayan dudakları oluyor. Ölmekte olan adam da Levin de onun ölüm karşısındaki bu sevgi dolu becerikliliğinde huzur bulup rahatlıyorlar.
“Levin, karısının elini aldı, öpmedi (ölüm bu kadar yakınlarındayken uygunsuz gelmişti ona) pırıl pırıl parlayan gözlerinin içine bakarak sıktı avuçlarının içinde. Kitty kollarını kaldırdı – Böylece duyduğu hazdan al ala olan yanaklarını gizlemiş oluyordu- Ensesinde topladığı saçlarını tokayla tutturdu”.
Ben, mum ışığında yemek yenmediği için biten evlilik hiç görmedim. Evlilikler genelde, kadın görünmeyen bir kurşunla yaralandığında, adam bir tasa çişini yaptıramadığı, kadının kirli yorgun suratını sevmediği için bitiyor. Adamın eli kolu kalkmadığında, kadın onun eli kolu olamazsa, aşk da olmuyor. Kalp sıkışması, karında kelebekler kolay; çiş ve ölüm zor.
YORUMLAR