Ağzınızın tadı bozulmasın
Dizilerden alışığız.
Suratsız Hayriye Hanım’la şunun şurasında yıllarca yüz yüze bakmışlığımız var. Boynuyla kalbi arasında bir karış mesafe, kalbi kötü kötü atarken gerdanını kırarak geçti önümüzden. Hep başı ağrıdı, kafasında bir çatkı. Ali Rıza Bey’in içindeki fırtınalara bir bardak su döküp de adamı rahat ettiremedi, adamcağızın dibinden gelir geçerken, aile birbirine girip de dağılırken, sessizce yıllarca fısıldadı: ‘Aman ağzımızın tadı bozulmasın da’
Sonra öbürü, Handan Hanım, Kuzey’le Güney’in anası, ağladı içine içine. Çok iyi bir rende olurdu ondan da anne olmuş, dizi bu ya. O yüzden biz Gülten’ci kaldık, saçlarını şöyle bir havalandırması dert tasa kalmasın diye, oturdu o kararsız seçmen kılıklı kızını bekledi yıllarca, onunla ağladı, onunla güldü, derdi kendiyle, saçlarıyla.
Biz alışığız da işte bu Hayriyeler, Handanlar karşına çıkınca reklam arasında bir su içiyorsun, ‘Hay boyun devrilsin’ diyorsun, ‘Gözpınarların çorak olsun’ deyip geçiyorsun.
Adınız ne Hayriye ne Handan, Emine, Emine Hanım.
Dizilerden alışık değiliz ya size, gözümüz seğiriyor bakarken. Zaplayamıyoruz da…
Gerçi dizi de seyredemiyoruz bir vakittir. Canımız sıkkın.
En son Berkin gidince, lokmalar elimizde kaldı.
Masanın üzerindeki dört patatesle bakışıyoruz.
Patates salatası güzel günlerin, kutlamaların sofrasında durur, çocuğun karnesi iyi gelmiştir, annen bir akşamüstü taze erişte yollamıştır, komşunun kızı işe girmiş, ilk parasıyla bulgurla tuz, bir de berekettir diye şeker almıştır. O patatesler pişer, ucuz olanını değil de pahalı olanından koy der biri, zeytinyağı gezdiririz üstünde, şimdi pişirmeye de üstüne taze yeşil soğan doğramaya da halimiz yok.
Şimdi sabahlar bir garip. Kendimize gelelim diye içtiğimiz kahveler buz kesiyor bardaklarda, evde şakasına ‘Çaylarrr şirketten’ diye bağıran yok, şekeri atıyoruz içine, karıştırmayı unutuyoruz.
Müzik çalmıyor bazı evlerde. Belki akşamüstüne doğru bir türkü, ‘Ocağım söndü nasıl devrandır, bıraktı getti bu ne devrandır, dünya gözümde kerbeladır, allahtan bulasın.’
Sabahtan bir iki yazı okuyup, akşamına doğru arsız adamların seslerini dinliyoruz. Ucuz gümüşlere çikolatalar diziliyormuş. Marina alacakmış tepsiyi, yanında da kutuyu.
Marina belki tepsiyi gözüne kestirecek, evin hanımı hediye eder mi acaba diye, yeğeni evlenecek belki de yaza, bir kağıda sarar da, ‘Sana aldım’ diye tutuşturur, ama Marina’nın pasaportu da evin kasasında kitli, evden bir şey çalıp gitmesin diye. Hırsızın evinde çalışan Marina’dan şüphelenilen bir dünya burası.
Ya siz neler yapıyorsunuz Emine Hanım?
Fallar açtırıp Neriman’a, ‘Bak bak içim kabarmış gördün mü? Geçecek mi?’ diye fincanlar mı devirtiyorsunuz, ben diyeyim, faldan elçi gelmez sizin sıkıntınıza. Fincanın kenarında uzun uzun gördüğünüz çizgiler yol değil, çocuğunu kaybetmiş kadınların gölgesi düşüyor üstünüze, ben diyeyim de…
Sahi aklınıza düşmez mi o kadınlar? Sekiz çocuk gitti, ondördü artık tek gözlü. Bir telefon uzağınızda bütün bu çocukların anası, biri de bir mezarlık ziyareti üç kulluvallah bir elhamdır ağzınızdan çıkacak, o da kahrından gitti.
Eşinizden ümidi kestik, rahmet dileyecek adam ne beton alanlardan çocuğunu kaybetmiş kadını yuhalatır, ne ‘Artık çamaşır makinası var beş tane doğurun’ der. Çocuk büyütmeyi don yıkamak sanandan bize fayda gelmez de ya sizin aklınıza yakasına çocuğunun resmini iğnelemiş de camdan bakan kadınlar düşmez mi?
Parayla dinle allah korkusuyla kurduğunuz saraylar bir rahmetsizliğin altında kalır ben diyeyim de..
Neyse. Bugün de çarşamba.
Eşiniz beyefendi sinirleniyor gerçi ama ya siz, siz ne yapıyorsunuz tam şu anda? Yan odaya bağlattınız kabloludan Hürrem Sultan’ı mı seyrediyorsunuz? Aman ağzınızın tadı bozulmasın da…
YORUMLAR