Haftada 4 gün çalışmalıyız
Bazen çalışmaktan yoruluyorum. Öylece durmak istiyorum. Koltuğu pencere kenarına çekip ayaklarımı altıma alıp dışarı bakmak. Çimlerin arasını yoklayan güvercinlerle küçük kargaları, dağılıp buluşan bulutları izlemek. Bir ara mutfağa gidip elimde sıcak, buharı tüten bir fincanla dönüp yerime oturmak, soğuk ve durgun havada belli belirsiz kıpırdayan ağaç yapraklarını hissetmek. Ne kadar daha orada oturacağımı düşünmeden, canım istediği kadar kalacağımı bilerek sükûnetin içine yayılmak.
Ama hayatım pencere kenarındaki koltukta geçsin de istemiyorum. Bu “bir ara” olabilir ancak. Ya da ancak “bir ara” olduğunda tadını çıkarabilirim. Aksi hiç çalışmamak olur.
Hiç çalışmazsam ne olur?
Gönüllü ve zorunlu verdiğim aralar oldu, altı-yedi aylık. Her seferinde ilk günler, hadi ilk haftalar olsun, mükemmeldi. Hayatta sabah yastığına sarılıp uyumaktan daha tatlı bir şey yoktu. Kitap okumak ne güzeldi. Gündüz vakti film izlemek. Yemek pişirmek. Çarşıya pazara alışverişe gidip acele etmeden eve dönmek. Bulaşık yıkamak, ortalığı toplamak, çiçekleri sulamak, biraz evle ilgilenmek. Çok çalışırken unuttuğu evimi, biraz ara verince hatırlamak. Benim gibi müsait olan arkadaşlarla sabah kahvesi içmek, ikindi çayında buluşmak. Tek kelimeyle harikaydı.
Aradan bir buçuk-iki ay geçince ne olduğunu anlamaya başlıyordum. Hayatımın evden ve birkaç kişiden ibaret hale geldiğini idrak edince sıkıntı basmaya başlıyordu. Bir şey üretmiyordum, ama mesele tek başına bu değildi. Ev dışında bir yere daha ait olmaya, evdekiler dışında birileriyle de iletişim kurmaya ihtiyacım vardı. Evin haricinde beni içine alacak, kabul edecek bir alana ve insanlara gereksinim duyuyordum. Ev rutininin dışına çıkmak için can atıyordum.
Hiç çalışmak istememeye beni zorlayan çok çalışmaktı. Çok çalışınca ne mi oluyordu? Çok çalıştırılan makinelere ne oluyorsa, bana olan da aynısıydı. Yoruluyordum, yavaşlıyordum, azıcık dinlenmeye ve bakıma ihtiyacı olduğunu bildirmek için bedenim sinyal veriyordu. Onu dinlemeyince tekliyordum, kendimi tekleye tekleye devam etmeye zorlayınca da yanıyordum. Soğumam, tekrar işe yarar duruma gelmek için zaman gerekiyordu.
Çalışmaya kendini kaptırınca, insan temel gereksinimlerini unutuyor. Uyumak, dinlenmek, düzgün ve düzenli yemek gibi fiziksel ihtiyaçlardan söz etmiyorum sadece. Ailesiyle, yakınlarıyla ve kendisiyle tek başına zaman geçirmek gibi psikolojik ihtiyaçlarından da bahsediyorum.
Bugün baktığımda çok çalışmakla hiç çalışmamak arasında gidip geldiğimi görüyorum. Kendime bakmam, hatanın bende olduğu haller var. Ama bütün sorun bende mi? Kendime karşı dürüst olmaya özen gösteriyorum, ama kendime haksızlık etmek de istemiyorum. Daha planlı olabilir, yükümü böylece hafifletebilirdim. Ama daha planlı olsam da değiştiremeyeceğim koşullar vardı, çok çalıştığım dönemlerde. İşe gidip eve döndüğüm yolu kısaltamıyordum meselâ ya da o yoldaki trafiği hafifletemiyordum. Bitirmem gereken işleri kesen telefonları reddedemiyordum, meselâ aynı anda arayan beş müşteriyi üçe indiremediğim gibi taleplerini de azaltamıyordum. Patronlarımın ısrarla akşam altıdan sonraya sabitlediği toplantılara katılmamazlık edemiyordum. Telefonlarla, toplantılarla geçen günün sonunda tabii ki bitmeyen işleri elbette koltuğumun altında eve taşımak durumda kalıyordum. Ertesi sabaha ya da pazartesiye bitmiş olmaları gerektiği için, akşam ve hafta sonları evde ya da ofiste mesai devam ediyordu. Hızlı olmam gerektiği için hızlı yemekleri hızlı hızlı yiyordum.
Şu an pencerenin kenarında, koltukta oturuyorum. Ağaçlara, güvercinlerle küçük kargalara, gökyüzüne bakıyorum. Elimde sıcacık bir kahve var. “Ara vermek ne güzel” derken içime bir huzur yayılıyor. Ama hep bu koltukta oturma ihtimalini düşününce hiç iyi hissetmiyorum. Çalışmak istiyorum, ama “normal çalışmak”. Bakayım taşıyabiliyor muyum diye tonlarca yükü sırtıma, göğüme, omuzlarıma, belime bağlayıp koşmaya çalışmadan. Peki ne yapacağım?
Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Tek bildiğim, bu çağın sunduğu koşullarda bir sorun olduğu. Çalışmaktan yorgunsak, hep yorgunsak, mutsuzsak çalıştığımız yerlerin izledikleri politikalarda bir sorun var demektir. Yorgun ve mutsuz insan ordularıyla iş yapmak akıl kârı değil.
Uzun lâfın kısası, bizi çok çalıştıran bu sistem değişmek durumunda. Meselâ haftada dört gün çalışmalıyız, daha fazla değil. Günde beş-altı saat çalışmalıyız, daha fazla değil. Kendimizle, sevdiklerimizle vakit geçirebilmeliyiz. Sevdiğimiz şeyleri yapmaya vakit bulabilmeliyiz. Kazanmak, daha çok kazanmak, gelişmek, ilerlemek ile aşırı çalışmak arasındaki orantısının ters olduğunu kabul etmeliyiz.
Sadece iş yerleri değil, bütün okullar ve kurumlar çalışma gün ve saatlerini yeniden düzenlemeli. En azından bunu denemeli. Belki de hep beraber daha fazla kazanacağız. Denemeden bilemeyiz. Denersek de hiçbir şey kaybetmeyiz.
YORUMLAR