1.100 mil, 127 saat ve develer

Bu hafta vizyona girecek Yaban, bana yakın zamanda izlediğim iki filmi sık sık düşündürdü: 127 Saat ve Çöldeki İzler.


Son birkaç yıldır sinemada farklı, ama hepsi de gerçek insanların, çeşitli sebeplerden çıkmaya karar verdikleri uzun yolları anlatan filmler izliyoruz. Bu yolculukların ilkine, başroldeki James Franco ile birlikte 2010 yılının favorilerinden '127 Saat' ile çıktık. Onunki aslında daha çok bir hafta sonu macerasıydı, kendini filan da aradığı yoktu, sportif amaçlar güdüyordu, ama sonu beklediğinden biraz farklı oldu. Franco, ona Oscar adaylığı da getiren filmde Aron Ralston'ı canlandırıyordu. Kendinden emin, çöl tutkunu bu genç adamın kolu bir kayanın altında sıkışıp kalıyor ve 127 saat sonra oradan kurtulmasının tek yolu kolunu da geride bırakmak oluyordu. Sinemada gözlerimi kısıp o anın bir an önce bitmesini nasıl da heyecanla beklediğimi daha dün gibi hatırlıyorum. Ne izleyeceğinizi başından beri biliyor olsanız da bu reflekse hâkim olamıyorsunuz, sinemanın bana en büyüleyici gelen tarafı da bu sanırım. Neyse, James Franco'nun bu macerası iyi bir performanstı evet ama ne filmi ne de oyunculuğunu Oscar'lık bulmamıştım. Oscar'a çok da inanan birisi değilim, ama bazı performanslar öyle önünde eğilinesi, öyle şapka çıkartıcı ve Amerikan Akademisi bu sözcüğü dilimize bunca yıldır dolamayı öyle iyi başarmış ki, başka türlü nasıl tanımlayacağımızı bilemez olmuşuz başarıyı.


Gelelim başlıkta sözü geçen develere. Efendim geçen yıl İstanbul Film Festivali'nde izledim ben Çöldeki İzler'i (orijinal adı Tracks). Mia Wasikowska'nın başrolünde oynadığı film daha farklı bir yol hikayesi anlatıyordu; sessizlikleri arayan genç bir kadının Avustralya Çölü'nü üç devesi ve köpeğiyle geçişini aynı sessizlik, sakinlikle anlatan bu film, aradan geçen neredeyse bir seneye rağmen düşündüğümde hala duygularımı harekete geçirmeyi başarıyor. Kendisi de bir Avustralyalı olan Wasikowska, Robyn Davidson'ın gerçek hikâyesini aktarmakta kusursuz denecek kadar başarılı. Bu defa hazırlık aşamasından başlıyoruz Davidson'ı izlemeye, develerin eğitim süreci, Davidson'ın birbiri ardına aldığı hayat dersleri derken yolun kendisi, çölün sıcağı, sessizliklerin belki de aslında asıl aradığı şey olmadığını anlayan bu genç kadının okyanusa ulaşması ve bu süreçte yolda karşısına çıkan insanlar. Hepsi dozunda, karaktere dair anlamamız gerekenleri bize çok söz söylemeden anlatan bir şiir gibiydi. 'Bir şiir gibi' dedim az önce ben de farkındayım. Fakat başka türlü nasıl ifade edebileceğimi inanın bilmiyorum. Kısa bir film değil Çöldeki İzler, artık sinemada izlemek de zor, hatta eğer sinema salonu işleten bir arkadaşınız yoksa neredeyse imkânsız, madem evde izleyeceksiniz bari en azından telefonlarınızı filan kapatıp oturun başına. Çok gerekmedikçe de yerinizden kalkmayın. Aslında bunu her film için yapabilirsiniz bence. Tamam, sustum.


Bu hafta vizyona girecek Yaban (Wild) için ise söze şunu söyleyerek başlamak istiyorum: Reese Witherspoon'u hiç sevmem. Sevemiyorum. Belki çenesi yüzünden belki de mükemmel küçük Los Angeles'lı annecik tavırlarından dolayı. Belki de kariyerinin daha başlarında çektiği 'Election' isimdeki filmdeki karakterinin gerçek olduğunu sandığım içindir. (o filmi izlediniz mi bilmiyorum ama birinden nefret etmek için Tracy Flick karakterinin birkaç hareketi yeterli olacaktır.) Hakkını da yememeyim, iyi bir oyuncu olduğuna, her filmini izledikten sonra bir kez daha ikna oluyorum, ama bu 'en sevdiklerim' listesinde yer alabilmesi için yeterli sebep değil. Çok uzatmayayım, Yaban'ı bu sabah basın gösteriminde izledim, filmin aynı zamanda da yapımcısı olan, filmin üzerine inşa edildiği kitabın yayın haklarını bundan iki yıl önce satın alan Witherspoon beni filmin başından sonuna kadar ağlatmayı başardı. Bravo Reese, artık senden daha da fazla nefret ediyorum. Şaka, şaka. Tabii bunda oyuncunun performansı kadar hikâyenin gerçekliği ve kitabı senaryolaştıran çok sevdiğim Nick Hornby'nin (High Fidelity, About A Boy) de parmağı var. Cheryl Strayed, şimdi fazla detaya inip hevesinizi kaçırmak istemiyorum, hayatında bir şekilde dibe vurduğunu anladıktan sonra, Pacific Crest Trail denen, 1.100 mil yani 1.770 km'lik ve neredeyse tamamı vahşi doğada geçen bir yola çıkar. Strayed'in amacı Davidson'dan farklıdır, ama yol boyunca yaşadıkları doğa şartları çoğu zaman farklı da olsa benzerlik gösterir.


İnsanın kendisini dinlemesine, hırpalamasına, içindeki hesaplaşmaları fiziksel acılar duyarak dindirmeye çalışmasına ve sonunda da (inşallah) kendisiyle barışmasına varan bu upuzun yollar bence çıkılası; becerir miyim beceremez miyim, o ise apayrı bir konu.




Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.