19 Mayıs haftası geride kalırken, gençlere özel içeriklerimizde uzman konuklarla buluştuk. Uzman Psikolog Kıvılcım Yücelen, varoluşçu psikoloji penceresinden gençlerin hayattan istediklerini bulma, kendi hayatlarını kurma, aileleriyle iletişimlerini yönetmesi gibi konularda görüşlerini paylaştı. Röportajımızın ilk bölümünü okumak için tıkayın.


Özgür iradeye gelmek istiyorum. Bu ortamda çok depresif hissedenler olabilir, çok uçlarda duygular yaşayanlar olabilir. Umut bize tepsiyle gelmeyecek demiştiniz. Umudu kendi içimizde bir yerlerden yaratıcılığımızla çıkarmamız gerekiyor diye eklemiştiniz. Bunun için de dışarıda ne olup bittiğine bakmak yerine biraz da kendimize dönüp “bende ne oluyor?” diye bakmak ve umuda dair bir şeyler aramak gerekir, değil mi? Hala nefes alabiliyorsak, bu bile bir umut kaynağı olabilir mi?

Yapılabilecek şeyler, arayınca bulunacak şeyler hiçbir zaman bitmez. Bu da varoluşçuluğun önemli konularından bir tanesi; “Değer” konusu… Mutlaka bir şey buluruz. Peki, bulduğumuz şeylere verdiğimiz değer nedir? Kendi içimizde o değerin yansıması nedir? Genellikle iyi bir şeye atfedilen değer, kötü bir şeyin gözümüzde büyütülmesi kadar olmuyor. Aynı zamanda çift terapisti olduğum için, bu çiftlerle çalışırken de gördüğüm bir şey. Bize iyi gelmeyen, eleştireceğimiz ve yereceğimiz şeyleri adeta fosforlarla aydınlatıyoruz. Fakat iyi bir şey de varsa oraya spotu bile çevirmeye zahmet etmek istemiyoruz. İyi bir şey, hak ettiği değeri bizim nezdimizde bulamıyor. O yüzden, her şeye hak ettiği kadar değer vermek lazım. Yetişkinlik öncesi dönemin içinde bulunduğu en büyük sıkıntılardan birini örnek olarak ele alalım; hayalindeki işi bulmak. Hayalimiz nedir? Nasıl bir iş hayali kuruyoruz? Onu şöyle ele alalım. Umut derken masalsı bir beklentiyi rafa kaldırmak lazım. Biraz da gerçeklerle kol kola ilerlemek, gerçekleri göz önüne almak lazım.



Bunu özgür iradeyle mi yapmak gerekiyor? İçinde bir güç bulabilmek, önce bunu görebilmek, sonra algılayabilmek…

Evet, mesela yapmayı planladıkları mesleği düşünürken, orada bir gerçek yatıyorsa, örneğin meslekten elde edecekleri gelirle ilgili bir gerçek varsa onu atlamamak lazım. “Gerçek kontrol aşaması” dediğimiz bu evrede “Koyduğum hedef gerçekçi mi?” “Benim kapasitemle, şartların, koşulların gerçekleriyle örtüşüyor mu?” diye bakıyoruz. Burada tabi ki hiç kimsenin hayalini en aza indirgemek gibi bir amacımız yok. Küçük hayal kurmaktan bahsetmiyorum. Gerçekten de hedefi, çıtayı çok yukarılara koyabilirsiniz ama bunun sizi tüketmemesi lazım. Koyduğunuz çıtanın, bütün enerjinizi sömürecek kadar yukarıda olmaması lazım. Olimpiyat sporcularına da baktığımızda ilk günden en yüksekteki çıtaya atlamıyorlar. Yavaş yavaş, çalışa çalışa ilerliyorlar. Belki de hevesinizi revize etmeniz gerekecektir. Hayalinizdeki meslekle ilgili belki daha alt bir pozisyondan başlamak gibi bir revizyon gerekebilir. Örneğin, hedeflediğiniz gelirle ilgili araştırma yapabilirsiniz. Bildiğiniz kişilerle piyasanın şartlarıyla ilgili konuşabilirsiniz. Meslek odalarının açıkladığı taban fiyatlara bakabilir, küçük hesaplamalar yapabilirsiniz. “Gerçekler” derken, dünyanın acı gerçeklerinden bahsetmiyorum. Basitçe, aşağı-yukarı bir matematik hesabı yapıp gerçeklerle karşılaştığımız zaman korkular da azalır.


Korkularla çalışırken buna sıkça başvururuz. “Bir dakika, ortamı kontrol edelim” deriz. “Bu gerçeklere bir bakalım” deriz ve “Bu var mı?” diye olasılıklara bakarız. Onu tespit eder ve sabitleriz. Geleceğe dair kaygılarınız, kalp çarpıntılarınız artıyorsa “Bir dakika, gerçeklere bakalım” diyebilirsiniz. Orada hemen bir mola verip, ortamı kontrol edip şunun farkına varabilirsiniz; “Ben sadece olabileceklerle ilgili kaygılanıyorum” Bu noktada, olasılık hesaplarını hatırlatmak isterim. En basit şeyin bile yüzde elli ihtimali var. Olabilir evet, ancak olmayabilir de… Nereye doğru konsantre olmak istiyoruz? Aslında umut dediğimiz şey bu.


“Umut, nereye konsantre olmak istediğimizle ilgili bir şey”


Yani yüzde elliyi yüzde seksen gibi algılayıp onun peşinden gitmek büyük bir enerji kaybı, öyle mi?

Üzülmek de öyle. Üzülmek bize çok enerji kaybettirir. Depresif durumlara girmek bütün enerjinizi kaybettirir. Depresyon dediğimiz şey de böyle bir şey. Depresyona girdiğiniz zaman bu yüzden hiçbir şey yapmak istemezsiniz, sürekli uyumak istersiniz. Sürekli bir yorgunluk ve ağlama hissi olur. Bu zaten çok enerji tüketen bir şey. Depresyon, negatif düşüncelerin sürekli beyinde dönmesiyle paralel giden bir rahatsızlıktır. Beyinde sürekli negatif dönen düşünceleri öncelikle durdurmak lazım. Antidepresan ilaçların yaptığı şey de bu aslında. Endişe ve kaygıyla baş başa kaldığınızda “Bir dakika, bir gerçeklere bakalım” diyerek bir el yoklaması, şartları yoklama molası vermek önemli.


Şu da önemli; şartlar gerçekten de belli bir yere kadar izin veriyorsa, tüm hesaplarımızı yaptıysak ve önümüze çıkan şeyin hayalimizle pek örtüşmediğini gördüysek, onu kabul etmek de ikinci önemli eşik. Hem gençler hem yetişkinler için… O zaman da hayatta şuna geliyoruz; “Olabilir.” O zaman başka bir şeye kanalize olabiliriz. “Olmadı ama bu da bir deneyim” diyerek başka neye kanalize olabiliriz, buna bakmak lazım.


O hayal gerçekleşmezse sanki hayatta kalamazmışız gibi gelebiliyor. Sanki bazı istekler, hayatta kalma içgüdüsüyle bağlantılı gibi… Bazı istekler, özellikle alışverişte gördüğümüz gibi, başka bir mekanizma devrede oluyor sanki… “Ben neden bu kadar kaygılıyım?” diye insan kendine dönüp bakarsa belki istediği şey kendiliğinden elenebilir. İnsan belki de hayalinden oldukça büyük bir iç ferahlığıyla vazgeçebilir.


Üzüntü de yaşanabilir. Üzüntü de hayatın bir parçası. Gündelik, saçma üzüntülerimiz de var ve olabilir. Üzülebiliriz. Üzüntüyü belli bir süre yaşadıktan sonra “şimdi ne yapabilirim?” diye bakmak sağlıklı olan. Üzüntüyü de yaşamak ve üzüntü kendiliğinden bittikten sonra “Başka nasıl yapabilirim?” diye bakabiliriz. Bu bir yakınımızı kaybetmeye üzülmek de olabilir, indirimdeki çantayı satın alamadığımız için üzülmek de… Üzüntü, hayatın bir parçası.




Korku duygusunun kapağını açtığımızda, duyguların büyük bir rehber olduğunu fark ediyoruz. Duyguların farkında olmak çok önemli, değil mi? Duygusunun farkında olan insan onun içinden geçebiliyor.

Duygu demişken, geçmişten gelen ve gençlere aşılanan bazı korkulara da değinmek istiyorum. Örneğin sosyal güvence gibi, nesilden nesile aktarılan konular var ve bunların temelinde sanıyorum ki bazı korkular var. Şimdi ise gençlerin gündeminde bambaşka korkular bulunuyor. Yetişkinlerin de dönüp kendi duygularının farkında olmaları gerekiyor, değil mi? “Ben yetişkin yaşa gelmiş çocuğuma neden bu konuda baskı yapıyorum?” diye düşünmeli mi? Gençler için aile faktörü konusunda ne söylemek istersiniz?

Burada gelip kapısına dayandığımız konu, kendi gibi olmak ve kendine sahip çıkmak… Varolmanın üçüncü aşaması dediiğmiz aşama… “Kendi gibi olmak” dedikleri şey, kara koyun olmak… Bir toplum içinde yaşayan herkese kara koyun diyorum çünkü herkes kendi çapında otantik bir insan. Şuradan 100 kişi toplayalım, 100 tane ayrı kombinasyondan bahsediyoruz. Her insan eşsiz ve tek. Ama o eşsizliğimizle içinde bulunduğumuz en küçük ortamda -ki buna aile diyelim- kendimizi kabul ettirmek belki de yetişkinliğe geçmenin en önemli sınavlarından bir tanesi oluyor. Hele de ailenizin sizin için çizdiği tabloya pek uymuyorsanız…


Aileniz sizinle ilgili “Şu yaşta evlen, şu mesleği benimse” gibi birtakım hayaller kurduysa, örneğin ailenin gönlünü yapıp evlendiyseniz “Çocuk yap” gibi beklentileri hiçbir zaman bitmiyor. Ailenin gence, yetişkine yaklaşımı hep bir beklenti çerçevesinde, hayatı boyunca devam ediyor. Peki, bunların karşısında nasıl durabilirsiniz? Direnç göstermek anlamında söylemiyorum. Sağlamlığınızı muhafaza etmek için birinci kabul, önemli eşiklerden bir tanesi, onların fikrini değiştirmek için uğraşmamak lazım gerektiği…


İkna etmek için uğraşmak o kadar büyük bir enerji kaybı ki, kendinizi açıklamak ve ispat etmek için harcadığınız enerji, nafile bir çaba olduğu için sizde çok büyük öfke yaratıyor. Hem kabul ettirme çabasıyla yoruluyorsunuz hem de öfkeyle yoruluyorsunuz. Öfke ortaya çıktığı zaman aileyle aranızda mesafe oluşmaya başlıyor. Yani o çabaya girişmenin birçok dezavantajı var.


Şöyle bir durum var. Aileniz hayatınızı şekillendirmekle ilgili çok da olumlu karşılamadığımız radikal önlemler almıyorsa, sadece nasihat etmek ve gençlerin tabiriyle sürekli “dırdır etmek” çerçevesinde kalıyorsa eğer, bu zararsızdır. Sürekli eleştirilebilir. Birtakım nasihatler istenmese de tavsiyeler verilebilir. Bunlar devam edebilir. Bunları değiştirmek için uğraşmamak lazım. Çünkü ne siz ailenizi ikna edebileceksiniz ne de aileniz, eğer içinizde çok netseniz ve ne istediğinizi de çok iyi biliyorsanız ve faturasını ödemeye de şimdiden razıysanız, aileniz sizi yolunuzdan çevirebilir. Bunu, hedefinize doğru ilerlerken yaşadığınız bir dönem olarak kabul etmelisiniz.





"Aileler bırakabilmeyi öğrenmeli..."


Bu çok önemli bir nokta. Aileyle olan didişme hali ergenliğin başında başlıyor ve kendini anlatma çabası henüz “Ben kimim, neyim?” diye bakamadan dışarısı ile çarpışma hali getiriyor. Orada kendine dönüp bakma, ne istediğini bulma yolculuğuna taşlar yığılıyor. Onları değiştiremiyorsak, biz onlardan etkilenmemekle ilgili olarak çalışmalıyız, öyle mi?

Kesinlikle. Diyelim ki, ailenizin önüne çok da popüler olmayan bir meslekle ailenizin önüne geldiniz, bu örneği ele alalım.


Aslında birileri de o işleri yapacak, değil mi?

Demek ki böyle bir iş lazım ki üniversitede böyle bir bölüm açılmış. Bunu öğreten insanlar var. Demek ki toplumda bu konuya ihtiyaç var ve bu konuda meslek erbabı yetiştiriliyor. Ebeveyn olarak bunu da dikkate almak lazım.


“Bu yolculukta ilerlemek isteyen gence ebeveyn olarak nasıl yardımcı olabiliriz, buna bakmak lazım” diyorsunuz.

İnsan tam olarak anlamadığı ve bilmediği şeye itiraz etmeye meyillidir. En azından öğrenmeye çalışabilir. Aile, çocuğuna bununla ilgili araştırmayı yapmış mı, bu karar nasıl bir karar, en azından bunun içeriğini öğrenmeye çalışabilir. Gencin – genç diyorum – hayatta aldığı sorumlulukları araştırmada açık bıraktığı bir nokta olabilir mi, yaşam deneyimlerine dayanarak bir yerlere fener tutabilir miyim, isterse gidip araştırır diyebileceğim bir yardım olabilir mi? Örneğin bir meslek hayaliyle geldiğinde “Ah, enteresanmış. Bu mesleği yapanlar nerede çalışıyormuş?” diye kendimiz öğrenmek için, gence itiraz etmek veya onu aksi yönde ikna etmek için değil bilgilenmek için sorabiliriz. Bunu bir sohbet gibi ilerletebiliriz.


Rahmetli Doğan Cüceloğlu, çocuklarla ve gençlerle sohbet içerisinde iletişimde kalmayı vurgulardı.


Bu gerçekten de bir sohbettir. Siz de bir şey öğrenmiş olursunuz. Gençlerin ebeveyni olmakta en önemli adım budur; bırakmayı öğrenmek lazım.



Bırakmak… Bu gerçekten derin bir konu. Vedalaşmak… Acaba kendi gerekliliklerimiz, hayallerimiz, kalıplarımız için mi şekillendirmeye çalışıyoruz gençleri?

Zaten çağ, ortam ve gereklilikler bambaşka… Biz elimizden geleni yapıyoruz ama onların hızına yetişemeyiz. Onlar kadar kolay adapte olamayız, mümkün değil. Eskiden bazı şeyler için yüzyıllardan bahsediliyormuş. Artık on yıllardan bahsediliyor. On yıl sonra şartlar bambaşka oluyor. Şu anda yetişkinlik öncesinde bulunan gençlere yetişmemiz güç. Bunu yapmaya çalışmak da bizim enerjimizi tüketir. Konumuz gerçeği kabul etmekse, biz de bu gerçeği kabul edelim. Ama gençlere yaklaşım, onları hayata hazırlayacak ortamı yaratmak için yapılabilecek şeylerin başında ayrılmayı bilmek gerekiyor. Biraz ayrılığa hazırlık gerekiyor. Örneğin belgesellerde yavru bir ceylana koskoca bir aslan sürüsünün saldırdığını görürüz. Ben bile eskiden “Bu nasıl muhabir? Gidip müdahale etse ya…” derdim.


Ama hayatın doğal düzenini kabul etmekle ilgili sanırım…

Bunu kabul etmek çok zor. Tabi ki verdiğim örnekte müdahale etmemek çok zor bir şey, vicdana sığmaz. Ama bu da hayat döngüsü denilen şey, yaşam zinciri… Yuvadan uçmak üzere olan kuşları izlemek de çok acıklı geliyor. Onun gerçekten bilemeyiz, olasılık hesabı söz konusu. Diyelim ki ona iyi gelmeyecek olan bir yolda olduğunu sezinliyoruz. Arkasından el sallamak dünyanın en zor şeyidir. Ama orada bir belgesel muhabiri gibi durabilmeyi öğrenmemiz lazım. Çünkü insan 40-50 yaşından sonra da bir zorluğa, darlığa düşerse yine ebeveyninin yanına dönebilecek kadar kendini orada iyi hissetmesi lazım. Yine Hoş geldin’le karşılaşacağını bilmesi lazım. Ancak bu güveni hisseden gencin omurgası sağlam olur. Arkam sağlamsa hızımı alır ve öne doğru koşarım. Bu sağlam ortamı sağlayabilmek lazım ki gençler kafaları karışmadan, kaygı ve panik içinde olmadan geleceklerini kendi kendilerine şekillendirebilsinler.


Böylece o duyguyu da alan genç, hata da yapsa, kabul göreceğini bildiği yere rahatlıkla döner ve güç toplar, değil mi?

Evet.


Bir araştırmadan bahsetmiştiniz. Harvard’da 2 profesörün yaptığı araştırma, 1940-1970’li yıllarda genç olan insanlar üzerinde yapılan bir çalışma, bu konuştuklarımızın o çağda da olduğunu gösteriyordu. Sadece bu döneme özgü gibi görülen şeylerin o zaman da geçerli olduğu tespit edilmiş. O zaman da gençlerin sorumluluktan kaçtığı hatta “tembel” olduğunu düşünen yetişkinlerin var olduğu ortaya çıkmış. Bazı şeyler de aynı. İnsanlık tarihi içindeki, büyük resimdeki yerimizi de görüp kabul etmemiz gerek belki, değil mi? Bir yaşam döngüsü var ve bu yaşam döngüsünde gençler de yaşam sahnesine katıldı. Onlara yol açarken bizim de bırakmamız gereken bir şey var.


Bırakmak konusu oldukça derin...

Bırakmak başlı başına bir konu. Yetişkinler açısından ayrıca ele almamız iyi olacaktır.


Röportaj: Senem Tahmaz


Uzman Psikolog Kıvılcım Yücelen ile röportajımızın ilk bölümünü okumak için tıklayın!



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.