Mektup, Kalemler, Nurten ve İsmail
Merhaba sevgilim,
Yine sana yazmazsam ölecekmişim gibi hissettiğim bir anın sonunda bu sayfanın başındayım. Sahi anlatamadığı için ölen biri olmuş mudur hiç şu hayatta? Anlatamadığı için ölen, yazamadığı için ölen, sevemediği, sevip de kavuşamadığı için ölen? Şimdi sen bütün bir edebiyat tarihini çıkarıp dökersin önüme. Dökme. Ne Shakespeare’i, ne Balzak’ı, ne diğerlerini konuşmak istiyorum seninle.
Mesela birlikte temizlik yaparken sabunun kokusunu sevmediği için kavga eden bir çiftten bahsedelim ya da biri, fidanlığa yeni gelmiş çiçekleri kasa kasa bahçeye taşıyıp bir bir ekerken diğeri “adaçayı mı istersin, çay mı demleyeyim” diye sorandan… Büyük hikayeleri olmasın bu insanların. Müthiş bir sıradanlıkla aksın hayatları. Birlikte içebildikleri bir demlik çaydan, diz dize oturabildikleri sofradan, birinin horultusundan diğerinin mızmızlanmasından huzur ve güven bulabilen insanlar olsunlar.
Kavga ettikçe bağlansın, darıldıkça kök salsınlar birbirlerine. Neden hep en romantik, en sevgi dolu, en kibar, en entelektüel, en aşık, en tutkulu, en sevecen, en iyi, en güzel taraflarından sevsinler ki insanlar birbirlerini? Sevginin hep iyiden ve güzelden beslendiğini söyleyen halt etmiş. Oysa en çok, o en az sevilen, hatta sevilmeyen, kavga edilen, küslük çıkaran taraflardan beslenir bence sevgi. Kavga etsen de sevdiğin, darılsan da sarıldığın insandır seviyorum dediğin. O yüzden bir ömür boyunca ya seviliriz gerçekten ya da heves olur gideriz kimilerinin ömürlerinden.
Bana yazarlardan, edebi sevdalardan, ağdalı aşklardan söz etme dedim ya, bak Yaşar Kemal’i konuşabiliriz aslında. Hani Kalemler diye bir öyküsü vardır onun. Topyekun muazzam bir öyküdür ama yarım sayfalık bir bölümü vardır ki beni benden alır götürür. Öyküyü on kez okumuşsam, o satırları elli kez okumuşumdur. Çöpçü Rüstem Çavuş ile karısının evlerini nasıl çiçek gibi yaptıklarının anlatıldığı satırlardır bahsettiğim.
“Çöpçü çavuşu olduktan sonradır ki, bizim evin yakınındaki arsayı aldı, önce arsaya üç tane kavak dikti. Sonra arsanın dört bir yanını çitle çevirdi, baharda bir baktık ki, tüm çit boyunca hanımelleri açmış, mahalleyi bir hanımeli kokusu sardı. Ne zaman oldu bu iş, evi ne zaman arsanın içine kondurdu, ne mahalleli farkına vardı, ne ben, belki ne de kendisi… Orada, hanımelli çitin içinde, açık yeşile boyanmış, büyücek üç pencereli, bir göz ev belki bin yıldır orada pırıl pırıl duruyordu. Karısını tanıdık az sonra, kısa boylu, geniş kalçalı, çekik büyük gözlü, yirmi beşinde gösteren bir tazeydi. Sabahtan akşama kadar evin camlarını siliyor, tahtalarını ovuyor, bahçenin toprağını belliyor, bir an boş durmuyordu. Tüm mahallede en temiz ev, şu zengin villalarının içine sıkışmış en güzel ev, en temiz ev, gıcır gıcır ev Rüstem Çavuş’un eviydi. Karı kocayı bazen avlu kapısında durmuş, bir ressamın eserini seyrettiği gibi öylesine hayran, müthiş tatlı bir yüzle evlerini seyrederken görüyordum. Böyle yakalandıklarını anladıklarında yüzleri kızararak, bir suç üstünde yakalanmış çocuk ürkekliği, utangaçlığıyla evlerine kaçıyorlardı. Onları böyle sık sık yakalıyordum… Bahar geldi, evin küçük bahçesinde türlü türlü çiçekler açtı… Evin pencereleri renk renk sakız sardunyaları, fesleğenle donandı. Rüstem Çavuş’un evi pırıl pırıl. İç açıcı, göreni mutlu kılan, büyük usta bir ressamın elinden çıkmış bir resimdi sanki.”
Yetmiş küsur yaşında bir ton ton çift komşum var buralardan. Mayısın 11’inde ellinci yıllarını kutlayacağız birlikte. İki yılı geçmedi hayatıma gireli, giriş o giriş. Bazı kokuları burnum ne kadar iyi alır bilirsin. Misal bir eve girdim mi o ev gerçek bir yuvaysa kokusu hemen gelir burnuma. Benim bu, çocukları da evlendirip bir başlarına kalmış iki ton tonum, İsmail Amcam ve Nurten Teyzem, Yaşar Kemal’in Rüstem Çavuş’u ve karısının yaşlanmış halleri gibi. Evlerini, bahçelerini yıllar önce yaparken öyle ince ince işlemişler, hala da işliyorlar. Meyve ağaçları, çiçekler, perdeler, evdeki o hiç dinmeyen sabun ve lezzet kokusu…
Geçenlerde sofralarında harala gürele toplanmışız yine mahalleden bir dolu güzel can. Beylerin olmayan romantizmlerine, hanımların hiç dinmeyen çenelerine takılmak en tatlı eğlencemiz. Nurten Teyzem’e yaptığı en büyük güzelliğin evin camlarını hep İsmail Amcam’ın siliyor olması gülüşme sebebimiz olunca, İsmail Amcam en sonunda dayanamadı “n’apayım be kızım, biz hiç derinine adam olamadık, bilmem ki öyle büyük laflar edeyim, dümdüz geldik dümdüz gidiyoruz işte.”
Ah, deyip boynuna sarılasım geldi. Sen asıl böyle düz olduğun için çok güzelsin ya İsmail Amcam. Fazla derinde boşluk var(mış) meğer, insan keşfetmeden anlayamıyor böyle şeyleri. Sizin öncenizi bilemem ama bizim nesillerin sizden öğreneceği çok şey var kesin. Kimini dedim, kimini demeye getirdim.
Yine lafı çok uzattım ama işte asıl isteğim Nurten’le İsmail’i anlatmaktı sana. Bil ve tanı istedim. Yüreklerinden aldığım sıcaklıkla sımsıkı sarılırım sana…
Ps: Bilinmeyene mektuplar serisine devam...
YORUMLAR