Özgün bir Datça mı, çakma bir Bodrum mu?
Ben Datça’da yaşamayı en çok doğası yüzünden sevdim. Bana sorulmaktan vazgeçilmeyeceğinden artık emin olduğum “kışın sıkılmıyor musun?” sorusuna doğanın haricinde verebileceğim cevaplar olsa da burada oluşumun ve kalışımın baş sebebidir bu rengârenk çeşitlilik. Şimdi yeni imar planında güzelliğiyle nefesimi kesen pek çok yerin imara açılacağını öğrendikçe beynimde kazanlar kaynıyor.
Meşrebinde keşfetmek olanlar için doğanın, tarihin ve kültürün sunabileceği çeşitliliğin sayısı olmayan bir bölge burası. İşte tam da bu yüzden sadece dizi dizi otel yapmaktan ibaret olan turizm anlayışının bu coğrafyadan uzak olması gerekiyor. Çünkü bu ülkede imar demek talan demek. Ne mimarinin ne şehir planlanmasının estetikle uzaktan yakından ilişkisi yok.
İşin üzücü yanı şu ki bölgede arazisi olan Datçalılar ve esnaf da bu korkunç plana sempatiyle bakıyor. Ceplerini dolduracağını hayal ettikleri paralar dolar işareti olarak gözlerde çoktan yerini almış durumda. Üstelik bu plana karşı çıkan ben gibilere de Datça’yı geri bırakmakla vs. suçluyorlar. Buraları bunca seven, hatta ömründe hiçbir yere bu kadar kalpten bağlanmamış biri olarak nasıl yanıldıklarını dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum.
Dünya 21.yy dünyası. Artık bu çağda bir şeyleri insandan topyekun korumak neredeyse imkansız. Başta sosyal medya olmak üzere iletişim araçları anlık bir mesafede hemen elimizin altında. Tek bir insanın dahi keşfettiğini bir anda yüzlerce, binlerce insan görebiliyor. Hal böyleyse ve bunu engellemek imkansızsa bu durumun avantajlarını çoğaltmak gerek ki; kaybettirdiği ne varsa asgaride kalabilsin.
Ben de sosyal medyayı aktif olarak kullanan biriyim. Gerek fotoğraflarımla gerekse yaşadığım coğrafyaya ve burada sürdürdüğüm yaşantıma dair yazdığım yazılarla paylaşımlarda bulunuyorum. Lakin tüm bunlarda yapmaya çalıştığım tek bir şey var, metazori ya da bir görev olarak değil, kendim de öyle yaşamayı arzuladığım için: güzel olan, kıymet verilip yüceltilmesi gereken ne varsa onu bilmek, öğrenmek, göstermek.
İlk önce yaşadığımız ülke sonra topyekun dünya tımarhaneden farksız tam bir karanlık kuyu halinde bıkıp usanmadan dönüp duruyor. Elimizde bir cımbız güzel olan ne varsa yakalayıp çekip çıkarmaya çalışıyoruz. Sadece ben, tek başıma bir birey olarak örneğin kışın badem ağaçları çiçek açtığında buraların nasıl cennetten bir köşeye döndüğünü anlattım diye geçtiğimiz kış, tanıdık tanımadık bir sürü insan Datça’ya, vadilerdeki o beyaz şenliği görmeye geldi. Otellerde, pansiyonlarda kaldı, restoranlarda yemek yedi, alışveriş yaptı, buranın insanına sezon haricinde para kazandırdı. Üzerine de dünyada böyle güzelliklerin de varolabildiğine şahit olmanın huzuruyla evlerine döndüler. Şimdi bu, birbirinin aynı otellerden yapıp insanların gelmesini beklemekten daha ayrıcalıklı, farklı bir turizm yöntemi değil midir?
Bu talan planına karşı çıkarak ben ve benim gibileri Datça’nın gelişmesine engel olmakla suçlayan arkadaşlara diyeceğim şu: doğa turizminden tarih turizmine, kültür turizminden yeme içme turizmine kadar pek çok alanın gözbebeği olabilir Datça. Ama tüm bu var olan güzellikler yok edilir, elde sadece ülkenin tüm kıyılarını sarmış otellerin aynılarından başka bir şey kalmazsa, marinalar “yapalım da, denizi kirletip kirletmediği mühim değil, maksat bir marina olsun” mantığıyla yapılırsa Datça, ülkedeki tüm turizm merkezlerinin ufak bir kopyası olmaktan öteye gidemez. Lütfen biri bana söyleyebilir mi, Bodrum varken çakma Bodrum’a kim gitsin?
Para kazanmak, yaptığı yatırımların karşılığını almak isteyen herkesi çok iyi anlıyorum ama bunun için zaten var olanların kopyası olmak değil, farklılık yaratabilmek gerekli. Datça bu farklılığı her karesiyle barındırıyor. Lütfen ziyan olmasın!
YORUMLAR