Evde bebek bakan babanın maceraları - 2

(Size yüz bin milyon liralık bir iş teklif ediyoruz Tolga Bey, ne dersiniz?)


- Canım, çıkmam lazım, uyanacak mısın?


(Hmm, on yüz bin milyon baloncuktan aşağısını kabul edemem.)


- Tolgaaaa… Hadi çıkıyorum ben, kalkmayacak mısın artık?


Tam da uykunun en keyifli, rüyanın en şatafatlı yerinde olacak iş mi şimdi bu?


Şaka yapmıyorum, sabah uykusu hepimiz için kıymetlidir, benim gibi sabah huysuzu biri içinse çok çok kıymetli. Sabahları hızla uyanamıyorum, çoğu zaman sersemliğim hemen geçmiyor, afyonum patlamıyor işte. Haliyle Selin evden çıkmaya hazırlanırken, yatağında enerji patlaması yaşayan Can ile uğraştığından daha fazla benimle uğraşıyor galiba.


Sekize çeyrek kala mesaim başlıyor Can’la… Bir süredir gece uykusu sıkça bölündüğü için, zavallı sevgilim ancak Can’ı son kez emzirmeye fırsat buluyor ve çabuk çabuk işe koşturuyor. Hakkını yemeyeyim, çıkmadan Can’ın yumurtasını haşlanmaya bırakmayı ihmal etmiyor ki bu benim için ekstra beş dakikalık uyku daha demek... Ohhh...


Velhasıl, Can’ın yatağındaki azgın sabah sporu ve iki dakikalık aralarla öten alarmlar sonucunda, sekiz, sekize beş kala civarı artık kalkmak zorundayım. Can’ın park yatağı tam ayakucumuzda durduğu için, gözümü açmamla Can’la göz göze geliyoruz. Hemen gülümsüyor kerata, az önce mızmızlanan, yalandan ağlayan, bağıra çağıra yatağına eziyet eden kendisi değil sanki…


Hemen bir alt kontrolü yapılıyor, tabii ki alt dolu. Hadi bakalım banyoya; su ısınıncaya kadar üst baş çıkarılıyor, Can kucaklanıyor ve debelenme, gülüşmeler, “Oğlum şu musluğu tutma, oraya dokunma”lar eşliğinde gün başlıyor. Kurulanma, giyinme, yatağın toplanması… Daha yüzümü yıkamadım ya…


Allah… Ocakta yumurta vardı!


Kahvaltı, genellikle Can için hiç keyifli geçmiyor. Zaten ben de çok sevmiyorum kahvaltıları, bana çekmiş herhalde. Çoğu gün dövüşe dövüşe yediriyorum; bardaktan bir şeyler içmeye bayıldığı için ıhlamur ile kandırıp veriyorum kaşığı, veriyorum zeytini peyniri… Bu konuda öğrenmem gereken çok şey var, mesela kayınvalidem tak, tak, tak iki dakikada yediriyor ne yenecekse. Ben yapamıyorum, ilginç…


Saat kontrolü; dokuz olmuş bile, şimdi Selin arar…


- Yedirdim canım, ama canım çıktı.

- Evet, peynirini emdi attı ağzından, zeytine de aynı tarifeyi uyguladı.

- Doğru söylüyorsun, zeytinin kabuklarını soyalım bir dahakine, ondan yemiyor olabilir.

- Bisküvili cevizli, tahinli pekmezli bulamaçtan da biraz kaldı işte.

- Yedireceğim canım merak etme, meyvesiyle beraber yediririm.

- Sütünü de unutmam canım. Sen nasıl gittin? Trafik var mıydı?


Bunlar, anne ve babanın olağan sabah sohbeti işte. Aslında Selin hiç dominant değildir, bunca sorgu sualin tek nedeni benim evde, onun işte olması. Özlüyor, merak ediyor, kıskanıyor… Dolayısıyla da sordukça soruyor, mutlaka bir kulp buluyor, ben de kulp takılacak yer bırakıyorum sürekli. Babalık değil ki benim yaptığım, bebek bakıcılığı. O da hiç kolay bir şey değilmiş, öğrensen de alışkanlığın yerleşmesi zaman alıyor. Baba, anne gibi olamıyor işte, ancak öğrenilmiş davranışları sergiliyor.


Daha çay içmeye fırsat bulamadım, hatırlatayım…


Can ile günümüz böyle başlıyor ve beyefendinin halet-i ruhiyesine göre şekilleniyor. Kimi gün lokum gibi oluyor; uykusunu uyuyor, yemeğini yiyor, sütünü içiyor, oyunsa oyun, kedimiz Çarşaf’ı kovalamaksa kovalamaca, kitap kenarı yemekse o da var… Ama kimi gün var ki, öğleden sonra aramaya başlıyorum Selin’i “ne zaman geleceksin” diye, öyle beter yani. Ne zormuş o diş çıkarma serüveni, ateş mateş olmadı allahtan ama o iki dişi çıkarıncaya kadar mızmızlığıyla canımızdan can çıkardı Can efendi. Şimdi üstler kaşınıyor, bir salya var ki sormayın…


Haliyle iki gün iyi-sakin, bir gün mızmız geçiyor. Böyle söyleyince sorunlu bir bebekmiş gibi de algılanabilir, evladımı yanlış tanıtmak istemem, aslında çok güler yüzlüdür Can. Amma velakin büyüme atağı mı desem, diş mi gaz mı desem, bebek işte, mızmızlanmaya da bayılır kendileri.


Uzatmayayım, havanın keyfi yerindeyse, yakın bir parka gidiyor salıncak keyfi yapıyoruz. Kullanabildiğimiz tek park oyuncağı salıncak çünkü. Bir iki kez kaydırak denedik ama ayakta kaymak gibi tuhaf bir isteği var bizimkinin, dolayısıyla olmuyor, kaydırak için daha erken demek ki. Cuma günleri süt iznini kullanan Selin de evde olduğu için, öğleden sonraları da sokaklara vuruyoruz kendimizi. Tek başıma birkaç kez denedim öğlen yürüyüşlerini ama ne ben, ne de Can’ın hoşuna gitti. Annesiz “cadde” gezmesini sevmiyoruz biz.

“Anlatsam roman olur” derler ya, hakikaten öyle. Temelde benzer günler olsa da aslında her an bambaşka. Dün kendi kendine üç beş adım atıp yürüdü mesela. Böyle yazınca size anlamsız/duygusuz gelebilir ama gözümün önünde pata küte yürüyünce, benim ağzım bir karış açık kaldı. Annesi görmediği için üzülmesin diye de, akşam, sanki sıradan bir şeymiş gibi geçiştirerek söyledim gitti. Oysa ne büyük bir şey ya, şimdi yazarken bile heyecanlanıyorum, o derece.


Neyse, geleneksel baba olamadığım için elbette üzgünüm ama bir gün gelecek, bu bebek bakıcılığı işi sona erecek. İşte o gün geldiğinde mutlu olmayacağımı şimdiden biliyorum.

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir tolga bey merhaba, bir televizyon programı için sizinle hızlıca nasıl iletişime geçebilirm
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.