Sıradan kutsaldır
Biliyorum inzivada, manastırda, gizemli yerlerde ya da eğitimlerle gelişildiği fantezisi yaygın. Oysa insan en çok evini temizlerken, patates doğrarken, çocuğuna bakarken büyüyor.
Yapmak istediği şeyleri yapamazken. Çocuksu tutturmalarının hiç de sevimli olmadığıyla yüzleşirken. Haline razı olmak zorunda olduğunu kavrarken. Bir şeyi seçip öteki şeyi öldürürken yani bedel öderken. Hayat gerçeğine evet demenin hakikate evet demek olduğunu anlarken. Sonra insanlar eğitime gittin diye öğrendin sanıyor. En büyük öğretmen patates ve bulaşık temizleyici halbuki.
Şimdi yine patatesli ve bulaşık temizleyicili günlerden geçiyoruz. Çoğu insan ilk kez evinde ve çocuğuyla bu kadar vakit geçiriyor. Yardımcılar gelemez olunca ev ahalisi ve işler baş başa kalıyor. Planlanmış iddialı eğitimlere, inzivalara gidilemiyor. İşler iptal oluyor, ekonomik statü, dışarı namütenahi verilen havalı ve ideal resimler büyük tehdit altında. Çoğu insana, ölüm korkusu, sağlığını yitirmek, sevdiklerini kaybetmek değil öylesine, evini temizleyip yemeğini pişiren, pijamasıyla evde oturan, sahnesiz, ışıksız bu gündelik yaşam zor geliyor. Şu anki gerçeği yaşamak zor geliyor.
Çocukken bana verilen ev işlerini reddetmeye çalışırken, “Ben bu işler için yaratılmadım” diyerek herkesi uzun yıllar güldürmüşüm. Büyüdükçe kafam çalıştığı ve evden daha huzurlu olduğu için sevdiğimi sonradan anlayacağım okullarımdan birinci ola ola mezun olduğumdan ev işlerinden yırtmaya başladım. Günlük hayattan ve işlerden kitaplarıma kaçıyor, yerimden kalkmadan saatlerce okuyordum. Hal böyle olunca entellektüel tüm ablalarım gibi ben de mutfak, yemek yapmak, ev işi gibi başlıklardan küçümseyerek kaçtım.
Sonra iş hayatı geldi. İş hep çok yoğundu, işten çıkınca spora gidiliyordu, akşam zaten yulaf kepeği yeniliyordu, eve gidince ancak bakım yapılıp uyunuyordu, evde buzdolabında birkaç meyve ve soda dışında pek bir şey bulunmuyordu.
Anne oluşumla işler değişti. Kendimi bitmek tükenmek bilmez bir ev işi rutininin tam ortasında buluverdim. Bebeğim uyuduğunda ilk aylarda yine kitap okumaya kaçıyordum hemen. Sonra bir şey oldu. Yoğurt yapmayı öğrendim, yemekler yaptım. Gece olunca ayaklarıma kara sular inmiş bir halde yatağa kendimi atar, yüksek tavanlı yatak odamdan önümde uzanan uçsuz bucaksız yeşil vadiye bakar, nefeslerimi ve sızlayan bedenimi izlerken “bugün sıradan ve mutlu bir gündü” derdim.
Bir bebeğe hakkıyla ve farkında olarak bakmanın ibadet olduğunu kavrıyordum. Oğluma kendim bakmak için işten istifa ettiğimden, tüm sıfatlarım, şirket araçları, kartvizitler, “Sema Hanım”lar ve toplantılar iptaldi. Dahası hayatın getirdiği başka zorluklar sebebiyle, gitmeyi planladığım eğitimlere gidemiyor, olmam gerektiğini sandığım yerlerde olamıyordum. Dışarı dünyaya kafamı uzattığımda, olmam gerektiğini sandığım yerlere gidebilen, yapmam gerektiğini sandığım şeyleri yapabilen kişileri görüyordum. Gerçekte olduğum köyüme döndüğümde ise evde pijamayla, o sıfatsız, moda deyimle bir şey üretmediğim yerdeydim. Diğer seçeneklerin ölümüne razı olup olduğum yerde huzurla durmayı öğrenirsem bunun isimsiz olmaya doğru bir kapı olacağını seziyordum. Asıl olmam gereken yer, olduğum yerdi.
Thich Nhat Han, sıradan günlük işleri farkındalıkla yapmayı öğütler. Uzun yıllar meditasyon yapsam da bu öğütten kaçındığımı sonradan anladım. Bu öğüdün anlamı benim için o dönemde belirmeye başladı. Binlerce euro vererek gittiğim eğitimlerden ya da katıldığım sessizlik inzivalarından kat kat çok öğretti o zamanlar. Ajanda doldurmazken, günler birbirine benzerken almaya başladım gerçek kokuları.
Belirmeye başladı diyorum, çünkü her ne kadar “şu oldu ve birden çok değiştim” demeyi sevsek de yavaş, çok yavaş öğreniyoruz.
Sonra ne mi oldu? Böyle geçen üç yılın ardından bebeğim büyüdü, ben de tekrar insan içine karıştım. O da ne, o pazara gidip yeşillikleri satan amcayla her hafta sohbet eden, ev işlerinde huşu anları yaşayan kadın yine gitti; kendimi ulvi işlerin cazibesine kapılmış yakaladım. Öğretmenlerim, öğrencilerim, tüm o bana iyi gelen şeylerin konuşulduğu, yapıldığı alanlar. Oğlumla geçirdiğim vakitler dışında evde ya yaratıcı dediğimiz işlerimden yapıyordum ya da “kendimi besleyecek şeyler”, günlük meditasyon pratiğimi asla aksatmıyordum; amma velakin evde yemek pişirmez, hiçbir şeye elimi sürmez olmuştum yine. Yapmak zorunda kalırsam kendimi kulağımda kulaklık, zamanı “verimli” geçirmek için bir şey dinler, “hızlı hızlı bitsin de ardından şu önemli şeyi yapayım” diye acele ederken buluyordum.
Öğrencisi olduğum Zen manastırında duvarlarda şöyle yazıyor: Sıradan kutsaldır.*
Günde on saat oturup meditasyon yapmak yok. Sabah beşte kalkıp meditasyonunu yapıyorsun, sonra kahvaltının ardından çalışma zamanı topluca köyde. Ya sebze doğrayıp öğle yemeğini pişirenlerden olacaksın ya tuvalet temizleyeceksin ya bahçede çalışacaksın ya çay masalarını temizleyecek ya yerleri süpüreceksin. Çalışmaya servis meditasyonu diyorlar. Bulaşık yıkama alanında, “Bulaşıkları bebek Buda'yı yıkar gibi yıka” yazıyor.*
Çalışırken bedeninin içindeysen, sahiden ordaysan, bunun oturarak meditasyon yaptığın ya da hocaların nefis derslerini dinlediğin anlardan bir eksiği olmaması lazım. Ama zihnimiz bas bas bağırıyor: “Tabii ki işi hemen bitir de git, derste en öne, hocanın dizinin dibine otur.”
Tabii ki ders dinleyip Zen öğrenmek önemli. Bunları havalı olmak, tartışma kazanmak, çok iyi bir öğretmen olmak, ruhsal olarak gelişip kendimden sevilebilir bir ben çıkarmak, üstün olmak ya da sadece bana daha zevkli geldiği için tercih ediyor olabilirim. Oysa kimseye bulaşık kurulamakla hava atamam, ayrıca bulaşık kurulamakla da gelişilmiyor ki (?)
Kaçıp tuvalete gitsen, her tuvalette duvarda şu yazı var:
Kirli ya da pür-i pak
Yükselen ya da alçalan
Bu konseptler sadece zihnimizde
Varlıklararasılık gerçeği eşsiz, hepsinin üzerinde*
İlk gittiğimde ne yalan söyleyeyim bulaşıkları kurularken derslere yetişeceğim diye aceleden ne huzurlu, ne ordaydım. Sadece çok yoruluyor, “acaba günde on saat meditasyon yapılan inzivaya mı gitseydim, burası yeterince derin ve ileri seviye değil” diye düşünüyordum. Hatta yüzlerinde gülümseme ile bu işleri yapan rahibe ve arkadaşlarıma sinir oluyordum. Öncesinde yıllarca sözüm ona mütevazileşmiş, sıradanlıktaki huzura yaklaşmıştım. İnsan sahiden çok yavaş, çok az değişiyor.
En son gittiğimde ise dharma konuşması dinlemekle tuvalet temizlemenin farketmediği anlar yaşadım. “Haa, bundan bahsediyorlarmış, şimdi anladım” dedim. Bunu pek çok kez daha diyeceğimi biliyorum.
Bir aralık ayında üzerimde montla toz toprak köylük bir yerde tuvalet temizlerken ve başka bir yerde olmak istemezken, içimden “bunu lütfen sıcak evinde sevdiklerine bir kap yemek pişirirken unutma Sema, lütfen anımsa, lütfen” diye fısıldadım. Ne de olsa “ben bu işler için yaratılmamışım.”
Şimdi, korona günlerinde, çoğu vakit yüzümde bir gülümseme, doğruyorum sebzeleri, yıkıyorum marketten gelen virüs şüpheli paketleri. Hatırlıyorum, ders verdiğim, ders aldığım, ders çalıştığım, yazı yazdığım, yoga yaptığım anlardan bir eksiği olmadığını o ihtişamlı anların. “Anlar vardır, anlar sadece onları görebilenler için vardır” diyen Cem Hoca’yı ve “an ki fıskiyesi sonsuzluğu”nu hatırlıyorum. İnsanlık hali, bazen unutuyorum. Sonra tekrar hatırlıyorum.
Korona günlerinde ev işleri, bulaşık makinası doldur-boşalt, çocuğunla oyna arasında “yaratıcı ve çok önemli” işlerine vakit ayıramayan, planladığı eğitimlerde, o ulvi yerlerde olamayan, kafasındaki ideal hayat resmi paramparça olan herkese selam olsun. Bu yazıyı yazarken “-evde sarımsak yoook” diye kapım tıklatıldı, gülümsedim, tuşlara daha yavaş ve yumuşak basmaya başladım.
Hatırla, olduğun yere varmayı bir öğrenirsen, her nereye gitsen tamam hissedeceksin. Gitmeklerde sorun yok, kaldığında da tamamsan. Geriye bolluktan, neşeden, hafifçe, senden taşanları paylaşmak kalacak, “oraya erişmezsem ölürüm” ler yerine.
Kim bilir daha kaç kez unutup, kaç kez hatırlayacağız?
*Profane is sacred.
*Mindfully washing my dishes, I bathe the baby Buddha.
*Defiled or immaculate,
Increasing or decreasing
These consepts exists only in our mind
The reality of interbeing is unsurpassed
YORUMLAR