Herkesin hikayesi kendine!

Dokuz yaşındaki kızım tutturdu “Bana telefon alın” diye. Çok direndik, sorduk soruşturduk. Baktık çare yok “Bir telefon alalım” dedik.


Neyse düşündük, taşındık; benim kullandığım telefonu ona verip, ben yeni bir telefon alayım dedim. Büyük bir mutlulukla kızıma telefonu uzattım. Birden yüzü ekşidi; “Bana senin eski telefonunu mu veriyorsun?” dedi ağlayarak, uzaklaştı.


Nasıl kötü oldum anlatamam. İçime döndüm. Birden çocukluk günlerim geldi aklıma.


Hani yaşlıların bir tribi vardır ya “Bizim zamanımızda…” diye başlayan, sıkıcı hatıralar anlattıkları...


Gençlere bunlar masal gibi gelir. Bir de yaşlı kişi anlattığını unutur, bir daha, bir daha anlatır.


Ben evdekilere “Şuralar var ya!” demeye kalmadan, kim bilir kaçıncı kez anlatmışım ki sözümü keserler ve “Evet, buralar eskiden bomboş tarlaymış.” derler.


Madem öyle, ben de sizle buradan paylaşayım “Ben eskiden…” diye başlayan cümlelerimi. Nasıl olsa kimse lafımı kesmez burada.


Biz, 1970’ lerde eve telefon almak için başvuru yaptıktan tam on yıl, evet evet on yıl sonra bize sıra gelmişti de telefon almıştık. Telefon sahibi olmak çok zor olduğu için, “Eğer çıkarsa çok telefonumuz olsun” düşüncesiyle beş altı hat için başvuru yapmıştık. 1979’ da bize sıra geldiğinde havalara uçtuk. Birini eve bağlattık, diğer ikisini satarak evlilik hazırlıklarımı o parayla yapmıştım.


O zamanlar doğal gaz yok. Bir apartmanın üçüncü katında oturuyoruz. Her iki günde bir bodrumdan kömür taşıyorum. Kız kardeşim benden küçük, o taşıyamaz, abim de benden büyük, o da bu cüsseyle…


Ayıp olur!


Hadi bakalım yürü Memet nöbete.


Ne günlerdi o günler Ya Rabbi!


Ben küçükken haftada bir banyo yapardık. Banyoyu mutfağımızda yapardık.


Çünkü ancak sayılı evlerde banyo vardı. O zaman Ataköy’de “Emlak Konutları” yapılmıştı.


Halamın orada evi vardı ve biz ailece yıkanıp paklanmak için oraya giderdik bazen.


Çok utanırdım. Çünkü biz evde koca bir kazana su koyar, onu gaz ocağında kaynatır, sonra onu daha büyük tencerede soğuk suyla karıştırarak yıkanırdık.


Ne günlerdi o günler Ya Rabbi!


Tabi şimdiki nesle bunlar hikaye geliyor.


Yıkanma günlerimiz “Pazar”dı. O gün sinemaya da giderdik. Bakırköy’de tek eli yüzü düzgün sinema Yeni Mahalle’deki “Yeni Sinema” idi. Ve bu sinemada, o zamanın Türk filmleri oynardı. Filmler siyah beyazdı tabi. Göksel Arsoy, Ayhan Işık, Sadri Alışık, Türkan Şoray, Fatma Girik’li filmler oynardı.


Gözyaşları içinde ağlayarak filmi izler, suratımız ağlamaktan şişmiş ama mutlu bir şekilde sinemadan çıkardık.


Çocuksu bir dünyaydı bu. Romantik aşklar, safiyane dostluklar. Bizim için iyi film, en çok ağladığımız filmdi.


Hiç unutmuyorum, bir gün bir filme bilet almak için sıraya giren kız kardeşim nerdeyse eziliyordu. Çünkü bir anda ne sıra kalmıştı ne bir şey.


On yıllık eski yabancı filmler geldiğinde, filmi görmek için yine sıralara girerdik.


“Çemberlitaş Site Sineması”nda Dr Jivago’yu izlediğimde ne mutlu olmuştum.


Ne günlerdi o günler Ya Rabbi!


Bayramlarda Adapazarı’na ( Sakarya’ya ) dedemlere giderdik ailecek. Allah’ım ne yolculuktu o! İçerde kesif duman, herkes sigara içiyor çünkü. Eski püskü otobüsler ve yolculuk tam dört saat sürüyor. Yollar bir gidiş bir geliş. Ben yolda ha bire kusuyorum, midem kalkıyor çünkü. Hatta bir bayram günü dönüş bileti bulamadık. Trenle gelmiştik ama hayvan vagonunda! Fakat ben o yaşlarımda bundan acayip keyif almıştım. Tam bir macera. Vagonun kapısı ardına kadar açık. Tren bir istasyona gelip yavaşlayınca daha durmadan ben aşağıya atlıyorum, sonra da koşup yetişiyorum falan. Müthiş hoşuma gidiyor.


O dönem televizyon falan yok. Radyo var. Bir yandan ders çalışırken, diğer yandan radyo tiyatrosunu, ya da Cihan Ünal’ın gece on birlerde yayınlanan tarihi şahsiyetlerle ilgili bir programı. Hiç unutmuyorum, Cihan Ünal’ın o harika sesi hala kulağımda.


Evde, saraylı bir Çerkez teyze var, doksanlı yaşlarda. Bize Cuma günleri radyo dinletmiyor. Kulağı da duymuyor, radyonun ışıklarına bakarak anlıyor çalıp çalmadığını. Hep bir kontrol altındayız.


Ne günlerdi o günler Ya Rabbi!


O yıllar bir blucin salgını başlamıştı. Nerdeyse blucini olmayana kız vermeyecekler.


Fakat blucini ara ki bulasın! Sadece Tophane’de, Amerikan askerlerinden alınan blucinler var. Gidip oradan almak lazım. Fakat o dönemin parasıyla altın fiyatına. En büyük hayalimiz bir blucin pantolon sahibi olmaktı. Hiç unutmuyorum bir gün yerli malı bir blucini eskimiş hale sokup Amerikan blucini yapıcam diye banyoya götürüp çamaşır suyuna yatırmıştım. Ellerimle tutup bir kaldırdım ki lime lime olmuş pantolon.


Ne günlerdi o günler Ya Rabbi!


Bir ara, aylık bir dergide yazmaya başladım. Kağıtları ceplerime koyup kahvehanelere gidiyorum, orada tükenmez kalemle yazıyorum. Evlendiğimde kendime bir daktilo aldım. Ne sevinmiştim! Takır tukur yazıyorum.


Daha sonra o dergide çalışmaya başladım. O zamanlarda, dergileri basan matbaalar kurşun kalıplara döküyorlar. Sonra onları sayfa olarak bağlıyorlar, daha sonra da sayfa sayfa baskıya giriyor. Bazen bir bakıyoruz bir paragraf yok.


Haydaa tekrar dizgiye.


Ne günlerdi o günler Ya Rabbi!


Bakırköy’den Beyazıt’a gitmek için minibüs kullanırdık. Minibüs dediğin seyyar disko mübarek, yol boyunca batsın bu dünya modundayız. İkide bir duruyor müşteri buldukça, tam bir macera. Her minibüsün bir muavini var.


Çığırtkan gibi bir şey “Biyazı… Biyazı” ( Beyazıt demek istiyor ) diye bağırıyor.


Sanki o bağırmasa insanlar nereye gideceğini bilemeyecek. Minibüs tıkış tıkış, koltuklar doluyor, taburelere doluşuyor insanlar. Maaile gidiyoruz. Fakat sanki biz müşteri değiliz, onların evine misafirliğe gitmişiz. Şoförün sevdiği şarkılar, onun hoşuna giden renkler; kırmızılar, morlar yanıp sönüyor.


Bir ara dedem öldüğü için köye taşınmak durumunda kaldık. Hendek’in bir köyü. Arazilerine sahip çıkmak için falan. Tabi köyde sinema yok. Hendek’te var. Bir bayram günü (ancak bayramlarda sinemaya gidiliyor çünkü) köyün gençleri, çocukları toplanıp Hendek’e doğru yola çıktık. Yola çıktık diyorum çünkü on kilometrelik yolu yürümemiz gerekiyor. Neyse gittik sinemaya.


Sinema küf kokuyor. Film başladı, konu monu belli değil. On dakika oldu olmadı. Film yandı. Haydaa biz gerisin geri yine on kilometre yürüdük.


Ne günlerdi o günler!


Şimdi okullarda serbest kıyafet çıktı ya! Ben yıllar öncesine gittim. Bakırköy Lisesi’nde okuyorum. Müdür Yardımcısı Şevki Bey var, kapıda bekliyor. Saç baş kontrolü yapıyor. Ama ne kontrol! İnsanı canından bezdirir. Okuldan, okumaktan, hayattan soğutur adamı. “Saçın uzun git tıraş ol.” Hadi geri dönersin, doğru berbere.


Berber de öyle zalim ki! Sanki okuldan talimat almış. Vuruyor üç numara makineyi.


Aynada kendine bakıyorsun, iğreniyorsun kendinden. Serde gençlik var. Yakışıklı olmak istiyorsun. Kızlara madara olmak istemiyorsun. “Yok kravatın gevşek” haydi geriye! “Yahu kardeşim, siz bizi okula ısındırmak mı istiyorsunuz, yoksa soğutmak mı?” Ne günlerdi…


İlk çıktığımız kızla evlendik. Başka çare yok ki! Ne yapıcan? Birlikte olamazsın, bir yere gidemezsin. Elini tutamazsın. Ne yapıcan?


Benim dedem, iki savaş görmüş bir gaziydi. Savaş anılarını ağlayarak anlatırdı.


Heyecandan ayağını yere vururdu anlatırken. Nasıl aç susuz kaldığını, nasıl ayağına kurşun yediğini. Nasıl kelle koltukta savaştıklarını anlatırdı. Hatta zannedersem sağ ayağındaki kurşun hala duruyordu. Sekiz yıl falan askerlik yapmıştı. Ben onu dinlemekten çok keyif alırdım. Defalarca anlatsa doymazdım dinlemeye. Küçük dünyamda, dedemin gerçek hikâyeleri beni alır, oralara götürürdü.


Hey gidi dedem hey!


Bizim yaşadıklarımız seninkinin yanında lafı edilmez şeyler ama ne yapacaksın.


Herkesin hikâyesi kendine!

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.