Doğmamış Çocuğun Tutulmamış Yası

Çocuk sahibi olmaya karar vermek hem erkek hem de kadın için kolay olmayan, zaman alan ve niteliği açısından hayata dair verilen belki de en önemli kararlardan biridir. Kararın verilmesi ile başlayan zihinsel ve fiziksel hazırlık süreci ise sıklıkla çocuğun da hikayesinin başlangıcı olacaktır. Çocuğun ileride ebeveynlerinden duyacağı “biz seni şöyle istedik, böyle uğraştık” söylemlerinin ya da anne-babanın cevaplayacağı ”istenen, planlı bir hamilelik miydi?” sorusunun cevabı da böylece şekillenecektir.


Kadın bir memeli türü olarak “anne olma” kararını (bilinç düzeyinde ya da farkında olmadan) üç temel soruyu gözden geçirerek alır:


  1. Sağlıklı ve güçlü bir erkek ile mi birlikteyim? (Yani; partnerimin genleri sağlıklı mı, bana ve bebeğime bakabilecek kadar güçlü mü, iyi bir baba olabilir mi?)
  2. Çevrede bebeğimin yaşaması için tehlike arz eden koşullar var mı? (Yani; yaşadığım ortam bebeğim için yeterince güvenli mi, maddi kaynaklarım bebeğimin ihtiyaçlarını karşılamaya yeter mi, zor zamanlarda destek alabileceğim kişi ya da kurumlar var mı?)
  3. Ben bir bebeğe annelik yapabilir miyim? (Yani; ben kimim, benim sınırlarım, zevklerim, güçlü ve zayıf yanlarım, hayallerim neler, annelik yapabilmek için yeterli miyim, annelik nasıl bir şey, nasıl öğrenilir, nasıl yapılır...)

İlk iki soruyu nispeten daha hızlı cevaplayan kadın, üçüncü soruda epey oyalanır. Tam cevap verdiğini düşündüğü, kendini hazır ve güvenli hissettiği bir anda bu soru yeniden çıkıverir karşısına. Hamilelik ayları, doğum ve doğum sonrası zor, kolay, yorgun, dingin zamanlar fark etmeden zihin hep meşgul olur bu soruyla...


Tüm memeli türleri için annenin bu hali, bebeğini unutmaması, ona bakım vermeyi sürdürmesi için oldukça mühim bir haldir ve hayatta kalmaya yöneliktir. Psikanalitik teori de bu hali “birincil annelik meşguliyeti” olarak adlandırır ve gebelik boyunca aşamalı olarak gelişen ve doğumdan sonra da bir süre süren bir duyarlılık durumu olarak tanımlar. Bu hal öyle bir haldir ki, hamilelik söz konusu olmasa bir çeşit psikolojik rahatsızlık durumu ile karıştırılabilir. Annenin bu dönemdeki içine dönen, bir miktar endişeli ve durgunlukla seyreden aşırı duyarlılık hali; erken dönemde bebekle birlikte girdikleri tamamlayıcı, ortak yaşama (simbiyozis) ilişkisi ile doruğa ulaşır. Bebeğin bağımsızlaşmaya başlaması ise anne için bu halden çıkma zamanının işaretidir.


Şimdi bu son derece pozitif senaryonun seyrinin bir anda değiştiğini düşünelim.


Yukarıda bahsettiğim soruların cevaplarını defalarca düşünmüş, anne olmak istediğine karar vermiş, zihninde kocaman bir “annelik klasörü” oluşturmuş, bedenindeki değişimleri heyecanla izlemiş, bebeğini bir siluete bürünmüş şekilde hayal etmiş, ona bağlanmış, onun için fiziksel ve zihinsel hazırlık yapmış kadın herhangi bir nedenle düşük yapıyor ve bebeğini kaybediyor... Hikaye işte tam burada son derece kişiye özgü, sıklıkla üzerine çok konuşulmayan ve bazen çok uzun yıllar süren gizli bir yasa doğru evriliyor.


Tıbbi literatürde düşükler “abortus” olarak geçmekte ve gebeliğin ilk 20 haftasından önce gebeliğin değişik nedenlerle sonlanması olarak tanımlanmaktadır. Gebeliğin 20 ila 37. haftasına kadar gerçekleşen doğum eylemleri ise düşük olarak değil “erken doğum eylemi (preterm eylem)“ olarak tanımlanır. Farklı nedenleri olabilen düşüklerde anne-baba adayının aklındaki en büyük soru “bunun kendi hataları olup olmadığıdır” ve bu sorunun cevabı sıklıkla “onların hatası olmadığı, embriyonun gelişiminde bir şeylerin ters gittiği” yönündedir (bu yazının konusu olmadığı için diğer tıbbi nedenlere değinilmeyecektir). Ancak bu cevap sıklıkla dosyanın kapanması için yeterli olmamakta, gebeliğin ilk ya da sonraki dönemlerinde her ne nedenle olursa olsun “bir kayıp” olması ve özellikle de “doğmamış bir bebeğin kaybı” olması nedeniyle anne-baba adayında pek çok karmaşık duyguyu tetikleyebilmektedir.


“Üreme Travması: İnfertilite ve Hamilelik Kayıpları Yaşayanların Psikoterapisi” kitabının eş yazarlarından Klinik Psikolog Janet Jaffe “Medikal olarak yaygın olması nedeniyle düşüğün etkisinin azımsandığını, fakat düşük yapmanın travmatik bir kayıp olduğunu, sadece hamileliğin değil kendilik hissi ve geleceğe dair umut ve hayallerin kaybını da içerdiğini, kadının kendi ‘üreme/çoğalma hikayesini’ kaybettiğini ve yasının tutulması gerektiğini” söylemektedir. Psikiyatri Profesörü Emma Robertson Blackmore da, “düşük yapan kadının sonraki yıllar için depresyon ve anksiyete riskinin olduğunu” belirtmektedir (Leis-Newman, 2012).


Son dönem araştırmaları bazı kadınların beklenenden daha uzun süre yas tuttuklarını, semptomların şiddeti ve şeklinde farklılıklar görülmekle birlikte sağlıklı bir çocuk doğurduktan sonra bile bu yasın devam ettiğini söylemektedir. Bu aynı şekilde baba adayları için de geçerli bir durumdur. Başka bir araştırmada düşük sonrası 19 ay içinde yeniden çocuk sahibi olan kadınların, çocuk 1 yaşına geldiğinde anne-bebek bağlanma ilişkisi değerlendirilmiş ve çocukların % 45’inde bağlanma problemleri gözlemlenmiştir (akt. Leis-Newman, 2012). Bu da düşük yapmış olmanın sadece anne-baba adayı üzerinde değil daha sonraki çocuk üzerinde de psikolojik etkileri olabileceğini gündeme getirmiştir.


Bu konuda en yaygın yanlış bilgi “bebeğin hamileliğin erken dönemlerinde kaybedilmesinin daha az üzüntüye neden olacağıdır”. Pek çok araştırmacı gebelik süresi ve üzüntü, anksiyete, depresyonun şiddeti arasında bir ilişki bulamamıştır. Ancak toplum düzeyinde erken kayıplara yönelik yasın, ileri dönem kayıplarına göre sosyal olarak daha az kabul edilebilir olduğu görülmekte, geç dönem kayıplarda cenaze ve anma törenlerinin daha sık yapıldığı görülmektedir. Uygulama ve teorinin bize söylediği ise hamileliğin hangi döneminde olursa olsun psikolojik etkilerin değerlendirilmesinde dikkat edilecek olanın “hamileliğin o kişi için anlamı” olduğudur. Bu durumu travmatik bir kayıp olarak adlandırmak için de kayıp deneyiminin değerlendirilmesi gerekir. Aynı şekilde infertilite durumlarında da her bir başarısız girişimin “yas süreci” açısından ele alınması gerekmektedir.


Bir düşük yaşamış kişinin en yoğun yaşadığı duygular “suçluluk” teması etrafında dönmektedir. Kişilerin sıklıkla hikayeyi başa aldıkları “acaba oraya gitmeseydim, onu yemeseydim, bunu yapmasaydım” şeklinde düşündükleri görülür. Bebeklerinin eğer yaşasaydı nasıl biri olacağını hayal etme, onunla ilgili rüyalar görme, aşağı yukarı doğacağı zamanda ve her yıl kayıp gününe yakın zamanlarda hüzünlenme sık görülen tepkilerdir. Aslında tüm bu duygular yas sürecinin bir parçası ve bir çeşit başa çıkma sürecidir.


Bununla birlikte hamile kalmak konusunda kararsızlık yaşamış, ikircikli duyguları olan kadınlar için bu duygularla baş etmek çok daha zor olmaktadır. Burada bilinmesi gereken “bu ikircikli duyguların düşüğe yol açmadığıdır”. Bununla birlikte istenmeyen gebelik durumlarının sonlandırılması kararında da üzerine çok fazla konuşulmamasına rağmen benzer psikolojik mekanizmaların tetiklendiği görülmektedir. Duygular yine “suçluluk” teması üzerinden ve örtük “yas tepkileri” ile seyredebilmektedir.


Daha önce belirttiğim gibi hamilelik döneminde gerçekleşen bir kayıp sonrası erkekler de sıklıkla etkilenmekte ve hatta anne adayına destek olmak için sıklıkla duygularını ötelemeyi ya da gizlemeyi tercih etmektedirler. Bununla birlikte çiftin duygusal ve cinsel ilişkileri de bu konu ile ilişkili olumsuz etkilenebilmektedir. Çiftlerin bilmesi gereken hamilelik hormonlarının bir süre daha aktif olarak bu süreçte duygusal bir türbülans yaşamalarına neden olabileceği, hormonlar yeniden düzene girdiğinde daha önce sizi ele geçirmiş gibi olan hüznün bir miktar hafifleyeceğidir. Dolayısıyla karşılıklı olarak biraz sürece dair duyguları yaşamaya, bu deneyimi anlamlandırmaya ihtiyacınız olduğunu bilmek ve izin vermek önem taşımaktadır. Bununla birlikte bu süreçte pek çok destek kaynağı yardımcı olabilir; bireysel, grup terapisi ya da yakın kişilerle paylaşma, benzer deneyimlere sahip kişilerle konuşma gibi. Burada önemli olan sizin neye hazır olduğunuzdur ve hissettiğiniz her duygunun son derece anlamlı ve doğal olduğunu ve yaşanması gerektiğini hatırlamaktır. Doğmamış çocuğun yası tutulmalıdır. Yas doğaldır, sağlıklıdır, gereklidir. Yıllar süren derin suçluluk ya da hüzünlerinin kaynağında tutmadığı yaslarını bulan danışanlarımızla paylaştığımız gibi, zamanında tutulan yas ruhsal özgürleşmenin ve rahatlamanın yolunu açan en kıymetli anahtardır ve bunu fark ettiğiniz an da doğru zaman olabilir...


*Konu önerisi için sevgili Damla Çeliktaban ve HT hayat ekibine teşekkür ederim.


Kaynak:

Leis- Newman, E. (2012). Miscarriage and loss. American Psychological Association, Vol 43, No. 6




Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir Ben düşük ýapdym
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.