Hassas yürek terazisi...

(…)

Utancı bilerek yaşamak korkunç

Daha korkuncu da var: utancı bilerekten yaşatmak

Gördük hepsini işte, daha da görüyoruz.

(…)

Kıskanıyorlar hepimizi ve kıskanacaklar

Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak…


Edip Cansever

Acılardan acı seçerek acıları yarıştırabileceği sanan…

Bin bir türlü hak ihlalinden, her gün yok edilen hakları ayıklamaya uğraşan…

Vicdansız zulümlerden zulüm beğenen…

Ve ayrışa ayrışa feri sönmüş gözlerle birbirinin gözünün içine bakmaya artık cesaret edemeyenlerin ülkesinde doğup büyüyünce insan, bazı anlarda nefesi kesilip öylece kalıyor yolun ortasında…


Her gün ayrı bir yürek acısıyla içi kanar mı insanın?

Her gün bir değil, iki değil, en az üç beş vicdan kanatan gerçek hikâyenin ince köşelerinde durup da, derinden sızlayan kalbini avutmak için boşluklara dalıp gider mi?


Çaresizliğin isyanı kaplayınca içimi, türkülerle şiirlere kaçıyorum bazen, ama nafile bir kaçış bu, her tınıda karşıma dikiliyor ülkemin konuşulması bile yasaklanmış iç acıları…


Gecenin ilerleyen saatlerinden günün ilk ışıklarına kadar oturuyorum bir ekranın karşısında. Haziran’dan bu yana çok iyi biliyorum bu hissi: Sanki uyursam, uyanınca yine kötü şeyler olduğunu göreceğim hissi bu… Ve ne korkunç ki, artık hiç yanılmıyor iç sesim!


Bir günü gözden geçirirken bazen diyorum ki kendime “Acaba fazla mı hassas ruhumun yürek terazisi?” Sonra yan yana koyup bakıyorum bir hafta, bilemedin on günde yaşadığımız haksızlıkların, daimi ayrımcılığın, acıların ve yok olup gidişlerin fotoğraflarına. En çok acıdan çizgileri belirginleşmiş yüzlerdeki derin gözlere takılıyorum, kelimelerimi toplayıp sandıklara gömüyorum sonra… İçimin sızısı katmer katmer öylece duruyor.


Biliyorum, biraz tuhaf, çokça garibim ben! İçim titriyor günlerdir, ama aniden bastıran kıştan değil… Bir tek gün, bir tanecik "iyi" bir şey olmaz mı bir ülkede?

Gece uyumadan önce aklımda takılı kalan ekrana açıyorum sabah gözlerimi:

Yine kimin canından bir parça yitip gitmiş,

kimi dövmüşler sokak ortasında,

polis yok yere hangi sokakları gazlamış,

acaba hangi hakarete maruz kalmışız,

kaç engelli çocuğun eğitim/tedavi hakkı elinden alınmış,

hangi küçük kıza tecavüz edeni serbest bırakmışlar,

kaç tane boşanmak isteyen kadını kör bıçaklarla deşmiş kocaları,

Berkin Elvan hala uyanmamış…

Ez cümle babalıktan çoktan reddettiğim “devlet baba” hangi derin ilişkilerinde savurup bir yana atmış umrunda bile olmayan çocuklarını diye bakıyorum…


Ve her seferinde, bir ananın sessiz çığlıklar atan gözyaşlarıyla ıslanıyor kalbim…


Bu hazin meraktan çok muzdarip olsam da, bunca yıldır görmezden geldiklerimizi yok varsayan kendi cahil aymazlığım geçeli çok uzun zaman oluyor. Kendi lokmasını ikiye bölüp yanındakiyle paylaşanlarla, evdeki iki hırkasından birini getirip Dayanışma Çadırı’na bırakan canlarla, kendi elleriyle yaptığı sandviçi ille de yiyeyim diye peşimden koşturan genç kardeşlerimle koca bir yaz geçirmişim Gezi’de ve sokaklarda… Direniş ruhunun dirilişe dönüşmesini yaşadığım için, şimdi yediğim lokmalar boğazımda düğüm oluyor, sırtım ürperince giydiğim hırkanın yumuşaklık hissi batıyor tenime… Eski ben olmam mümkün değil ki artık?


Daha henüz sonbaharın serinine alışmadan bedenim, aniden bastıran kışın koyu karanlık yağmurlarında ıslanmamak için kendi küçük çatımın altına kaçarken, aklıma düşüyor depremin dehşetiyle evsiz çatısız kalmış Van’ın hasta çocukları… Ama kalpleri kendi ıssız ayazlarında kalmışların o çocuklar üzerinden bile ırk ayrımcılığı yapması daha çok içimi yakıyor. “Hasta çocuğun ırkı olmaz efendi!” diye bağırasım var ama anlamaz biliyorum, vicdanını kullanmaya kullanmaya köreltmiş beyinlere ne anlatayım?


İnsan olmanın derin anlamlarından biriyse eğer diğerinin acısını vicdanıyla hissetmek, koşar adım uzaklaşıyoruz insanlığımızdan… Öylesine uzun yıllardır “böl, ayrıştır, korkut ve yönet” baskısıyla yaşıyoruz ki, hem tuhaf bir bencillik hem de daha ağır bir aymazlık içinde birbirimizi düşman belleyerek savrulup gidiyoruz. Sadece kendimiz zehirlensek iyi, artık çocuklarımıza da bulaşıyor vicdansızlık, sevgisizlik ve senden farklı düşüneni öteleme hırsı!


Gerçekleri çarpıtmadığından emin olduğum insanların yazılarından alıyorum ancak doğru haberleri, bir de sokakta acıyla bir olmuş direnişin kalbinde bekleyen insanların yazdığı iki satırdan takip ediyorum gelişmeleri… Oysa onlarca rengarenk sözde haber kanalımızla gazetelerimiz, başka bir paralel evrenden bildiriyormuşçasına sakin, tek bir ağızdan konuşuyormuş gibi çıkıyor neredeyse hepsinin sesi…


O haber bültenlerini dinlersen sanki ülkede her şey sütliman, refah içinde pek mutlu yaşayıp gidiyoruz, fakat heyhat biz bir avuç “çapulcu” her fırsatta ortalığı karıştırmak için olayları abartıp duruyoruz!


Hadi diyelim ki biz, artık bir avuçtan çok daha fazla sayıda insan farkındayız medyamızın tek sesli koro halinin, peki ya hiç farkında olmayanlar? Hala “baba” bildiği devletin televizyonuna veya kendisine dayatılan egemen otoritenin daimi şakşakçısı yandaş medyasına saf saf bakıp duran vatandaş kardeşimin gerçekte yaşadıklarımızdan ne kadar haberi oluyor? Vazgeçtim olup bitenden haberdar olmasından, aynı haberin aynı dip köşesinden çarpıtılmış düzmece halini üç ayrı kanalda birden duyunca, haliyle inanıyor işte, başka türlüsünü bilmiyor ki, ne yapsın?


Çünkü:

Düşünmüyoruz…

Sorgulamıyoruz…

Merak etmiyoruz…

Öğrenmiyoruz…

İlgilenmiyoruz…

Sevmiyoruz…

Hem de hiç!


Kendi düzeni aman bozulmadan yerinde dursun diye, kulaklar sadece otoritenin hiç susmadan bağıran sesine ayarlı biçimde, kendinden olmayanı ötekileştirmekle öylesine meşgul ki, yılan kendine dokunana kadar umurunda olmuyor bir diğerinin can acısı… Hatta daha da korkunç durumdayız, çünkü bilip görse bile hızla kafasını egemen otoritenin savurduğu yalanlara gömüyor cahil ötesi biat kafası, haliyle çizginin öte yanına geçince ne yapsak da derdimizi anlatamıyoruz. Zaten kocaman alkışlarla beklentiyi yükselterek açılan “paket paket demokrasi”mizden de değil kuş ile civciv, bir avuç kabuğu kırılmış da yapıştırılmış gibi duran bayat yumurtalar fırladı!


Kimse bir diğerinin yaşam hakkının ihlal edilmesini umursamadığı için, kazara biraz fazla sesi çıkarsa canı yananla birlikte vicdanı sağlam dost yüreklerin, yaftalar yapıştırmaya hazır kıta daha emri almadan kendiliğinden başlıyor: “…işte bunlar marjinal gruplar, hep aynı dış mihrak destekli eylemciler, huzurumuzu kıskanan din düşmanları, ayyaş-vandal-çapulcular, ülkeyi bölmeye çalışan teröristler…”



Farkında mısınız? Sıradan bir günde, sudan bir nedenle, o tek sesli haberlerin bir köşesine yalan yanlış sıkıştırılmış haber öznesi ben, sen veya birimizden birimizin en yakını olabilir!


Oysa bu ülkede insan hakları ihlali her geçen gün öyle derinden yerleşiyor ki gündelik hayatımızın rutin keşmekeşine, kendi uğradığımız kişisel haksızlıkları dile getirmeye utanır olduk. Örneğin haftalar boyunca farklı gelişim gösteren çocuklarımıza uygulanan ayrımcılık ile eğitim sistemindeki çarpıklıkları yazabilirim aslında, ama derdimden büyük derdi, acımdan büyük acısı olana saygımdan ara sıra ses veriyorum ancak…


Vicdan kelimesinden bazen bucak bucak kaçıyorum, bunca içi boşalmış ve tüketilmiş bir kelime bilmiyorum son zamanlarda!


Hep bize hesap sordular ya, siyaseten yaratmak istedikleri biat kültürüne uygun ölümlere neden ahlanıp vahlanmıyorsunuz diye, 4 gündür toprağa verilemeyen cenazesiyle ayaz yağmurlarda kalınca Hasan Ferit Gedik, benzeri bir hesabı biz de sorsak mı acaba noktasında çakıldım. Yok, böyle bir garip hesaplaşma yazmıyor benim vicdan defterimde!


Yazımı kaleme alırken dönüp dönüp Hasan Ferit Gedik’in dedesi Mustafa Meray’ın fotoğrafına bakıyorum. Bir dedenin yüzüne bakınca hala ve inadına insan olduğumuzu anımsamak iyi geliyor. Bu kadar mı güzel bakar bir insan...bu kadar mı çok bakar...eli kalbinde, bu kadar mı acının ve başı dik mağrurluğun resmi olur?




Fotoğraf:Uğur Can/DHA


Bu karmaşık şehrin bir mahallesinin rant ve uyuşturucu çetelerine yenik düşmesini engellemek isterken kör kurşunlarla vurdular Hasan Ferit’i. “Devlet baba” gencini yine korumadığı gibi, bir de 4 gün cenazesini polis barikatlarının ardında bekletti, hiçbir dini inanca, vicdana, insanlığa sığmayan bir inatla ailesinin, arkadaşlarının, yoldaşlarının istediği vurulduğu Gülsuyu’nda yapılacak anma törenine “güvenliği sağlayamayız” diyerek karşı çıktı. Annesinin gözyaşlarıyla dolu çığlıklarına biz de katıldık, sabah oldu, akşam oldu, günler geceler geçti, Hasan Ferit bekledi, bizim kelimelerimiz tükendi bazen, ama pes etmedi hiç kimse!


"İzin" çıktı sonunda! Bu ülkede gencecik bir evlat, toprağa kavuşmak için 4 gün bekliyorsa ve cenazesi ancak "izinle" kaldırılıyorsa, yorum yapacak değil, "bir şeyler yapacak" vakit gelmiş demektir!


O "izin" çıktıysa, ayazda yağmurda günlerdir Hasan Ferit'i bekleyenler ile hiç susmadan kul hakkı için ses verenlerin yüzündendir...





Unutur muyuz artık? Hayır!

Görmezden gelir miyiz? Hayır!


Çünkü o kadar uzun yıllardır susuyoruz ki biz! Yıllarca o kadar çok görmezden geldik ki ölüp giden çocuklarımızla gençlerimizi…


Dayatılmış dogmalardan uzak kalmayı başarırsak, dinlersek kuytu köşelerde sakladığımız vicdanımızın sesini, her şeye rağmen kim olursa olsun her zaman haksızlığa uğrayanın yanında olmayı becerebilirsek eğer, ancak o zaman hassas yürek terazilerimize sevgi ve hoş görüyü yükleyerek bulabiliriz kaybettiğimiz insanlığımızı…

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir Çok güzeeeel.Yüreğine kalemine sağlık...
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.