İçimdeki ıhlamur kokulu Gezi ruhu…
14 Haziran Cuma. Gece 23:00 civarı. Taksim Meydanı.
Yüzlerce kişi toplanmışız, bir önceki gece olduğu gibi anıtın önünde piyano çalan Alman piyanist Davide Martello‘yu dinliyoruz. Sanki büyük bir açık hava konserindeymişiz gibi hissediyorum, bir de refleks gibi gülümsüyorum, çünkü herkes birbirine gülümsüyor.
Direnişin 3. Haftası biterken Gezi’de, Meydan’da birbiriyle karşılaşan herkes yedikleri onca gaza, gördükleri şiddete rağmen ısrarla gülümseyebiliyor! Acının içinden el ele çıkan insanların tanıdık gülümsemesi geldi yerleşti yüzlerimize. Yıllardır sokaklarda karamsar ve asık yüzlü görmeye alıştığımız herkes, direnişin birliği içinde gülümseyerek sanki birbirine umut veriyor.
Piyano susuyor, iki genç çıkıyor ortaya, erkek olan piyanistin kulağına bir şeyler söylüyor, sonra kızı piyano sandalyesine oturtup diz çöküyor, yüzlerce göz ve kulak muhteşem bir evlilik teklifi seyrediyoruz, “Evet de, 3 de çapulcu bebek isteriz” tezahüratları eşliğinde damat, gelin kızımıza “benimle bir ömür boyu direnmeye var mısın?” diyor. Sanırım gözyaşlarım artık beni hiç dinlemiyor.
5 saniye sonra, biz daha çiftimizi alkışlarken, bardak yerine kovadan boşalan bir yağmur başlıyor! Öyle çok yağıyor ki değil kaçmak veya üzerimize bir şeyler giymek, öylece duruyoruz bir süre. Yağmur bizi ıslatırken, piyanonun üzerine şemsiyeler açılıyor, nereden çıktığını anlayamadığım masmavi bir branda geriliyor, Davide çalmaya devam ediyor! Henüz piyanonun bile gözaltına alınabileceği bir ülkede yaşadığımızı bilmiyoruz. Sonra, etrafımdaki herkesten aynı cümleleri duyuyorum: “Bu şarkıyı da alkışlayıp, Gezi’ye geçelim, arkadaşlara yardım gerek, her şey ıslanıyor, çadırlar korunmalı.” Sanki herkes evinden bahsediyor gibi…
***
8 Haziran Cumartesi, sabaha karşı saat 05.30. Gezi Parkı, büyük havuz meydanı.
Bu gece biz de nöbetteyiz. Hayatımda ilk kez başımın üzerinde çatı yerine ağaçlar var. Gezi artık öyle kalabalık ki, çadır kalmamış, zaten açılacak yer de yok, gençler yerlerde, yol aralarında yatıyorlar. Payımıza parkın en büyük ıhlamur ağaçlarından biri düşüyor, boylu boyunca ağacın altına yatınca yüzüme, kollarıma düşen ıhlamur taneleri hem kokuyor, hem de gülümsetiyor.
“Bir gecede ağaç sahibi olduk, artık gelip gider bakarız ağacımıza” diyorum, sevgili sevdiğim gülümsüyor. Henüz ikimiz de, Gezi’deki son konaklamamız olduğunu bilmiyoruz… Sivil inisiyatiften aldığımız matlar ve tek uyku tulumunu paylaşıyoruz, fakat uyumak ne mümkün! Yaklaşık 100 kişilik bir grup, 50 m ötemizde halay çekiyor. Biraz daha ötemizden, orta meydanda sahnedeki büyük ekran TV’deki filmi izleyen kalabalık hiç azalmadığı için, bangır bangır sesi geliyor. Üstelik meydanın diğer çapraz tarafında duran TV ekranında başka bir film yayınlanıyor, sesleri biraz birbirine karışsa da seyreden 200-300 kişilik gruplar durumdan şikayetçi görünmüyor. Bir üst yoldan sürekli vuvuzella seslerine davul sesleri karışıyor. Kısaca, Gezi’nin yarısı uyuyorsa, yarısı ayakta!
Annelik damarım tutuyor, kalkıyorum, niyetim en azından film seyredenlere “Biraz uyuyup dinlenmezsek sabah temizliği kim yapacak?” diyerek sesi az kıstırmak. Yalınayak havuz meydanına doğru yürüyorum, sanki evimin bahçesi! Bir anda görüyorum, uzun uzun baktıktan sonra: Sahnedeki büyük ekranda Güneydoğu’da dağa çıkan gençleri anlatan bir belgesel, diğer büyük TV’de ise LGBT belgesel-filmi var. Ve farklı gruplar, pür dikkat ses çıkarmadan seyrediyorlar. Sırasıyla ekranlara ve seyredenlerin yüzlerine bakınca, hiç kimseye hiçbir şey demeden, gülümseyerek, parmak ucumda geriye, yattığımız yere dönüyorum, o büyük ıhlamur ağacının altına. “Herkes film seyrediyor, uyuyan uyuyor” diye bildiriyorum.
6’ya doğru biraz gözümü kapatırken, hemen arkamızda yatan 2 kız 2 erkek üniversiteli arkadaşların ders çalışma seslerini dinliyorum. Kafamı kaldırıp inanmaz gözlerle baktığımı gören sadece 20 yaşındaki Ece, gülümsüyor, “sen uyu biraz abla, biz gece uyuduk, şimdi ders çalışıyoruz, Pazartesi sınavımız var.”diyor. Karşılıklı gülümsüyoruz. Gözlerimi kapatıyorum, üzerime pıt pıt ıhlamur çiçekleri düşüyor…
***
9 Haziran Pazar sabahı, 07.00. Gezi Parkı.
Sanki bir an gözümü kapattım, gözümü tekrar açtığımda gördüğüm ilk şey, ağaçların arasından gözlerimi alan güneşin ışığı. İçim kamaşıyor! Derin bir güneş nefesi alıyorum, her yerim tutulmuş ne gam!
Hemen toparlanıp temizlik ekibine katılıyoruz. Zaten herkes gönüllü. Uyanan, ayaklanan herkes- halayı yeni bitirenler dahil!- ellerine eldiven geçirip, çöp torbaları belde çöp toplamaya, süpürmeye, temizliğe girişiyor. Çöp torbaları Park’ın giriş noktalarına insan zinciri ile taşınıyor. Çamaşır suları ile süpürülüyor ara yollar. Gençler, “çok sigara içiyoruz yahu” diye diye yerlerden izmaritleri topluyor.
Meydana çıkan ara sokaklardan birinde bir anneye ilişiyor gözüm. Anne olduğunu hemen anlıyorum, çünkü elleri belinde duruyor! Biraz ötede temizlik yapan biri kız, biri erkek iki gence seslenip duruyor: “Bak, oradaki kutuyu da al, izmaritleri de atlamayın!” Ona baktığımı görünce, gülümseyerek açıklamaya girişiyor: “Bunlar var ya, evde bir çöp kaldırmazlar. Geldim başlarında durayım da düzgün temizlesinler parkı…” Bunlardan biri olmanın, tuhaf içi buruk hazzı…
Gezi’deki temizlik işi hafifleyince, kahvaltı kumanyası dağıtılıyor, her köşede gönüllü açık büfe kahvaltılar… Kuyruklar uzuyor, çaylar demleniyor, Gezi Parkı Sakinleri hep birlikte yeni sabaha başlıyoruz.
Kaldığımız ıhlamur ağacı altına geri dönüyorum. Farklı mıntıkadaki temizliği bitirirken arayan, evde canı istemezse kahve fincanını bile kaldırmayan sevgili sevdiğim, “son çöp torbalarını atıyoruz, ağacımızın altında buluşalım” diyor. Bu ancak bir Türk filmi repliği olabilirdi eskiden, oysa bizim için artık gündelik bir gerçek! Yüzümü ve ruhumu ıhlamurların kokusuna gömüyorum, zamanın durduğu bir andayım.
***
9 Haziran Pazar sabahı, saat 08.00 Taksim Meydanı.
Gezi’den Meydan’a inen merdivenlerin başında duruyoruz. Uyumadım ki uyanayım, ama rüya görüyorum herhalde diye gözlerimi oğuşturuyorum! Meydanda bangır bangır The Wall çalıyor ve kocaman, rengarenk gençler grubu halay çekiyor! Etraflarında koca bir kalabalık, sabahın köründe Taksim’de halay çekenlere tempo tutuyor! “Dünyada böyle bir sahneyi görebileceğimiz başka bir yer yok!” diyorum kendi kendime, sanırım kahkaha atıyorum ara sıra gülümsemek yetmediği zaman, bir yandan da bağıra çağıra 12 yaşımdan beri dinlediğim en eskimeyen şarkıya eşlik ediyorum:
Videoyu izlemek için tıklayın!
***
11 Haziran Salı, akşamüstü…
Güneşin ışıkları yavaş yavaş düşmeye başlıyor. Mutlu Vali’nin “müdahale yok” tweetlerine rağmen(!) gün boyu aralıklarla parkın içinde yediğimiz gazdan artık biraz yorgunuz ama aynı gün akşam saatlerinde Taksim Dayanışma’nın basın açıklamasını dinlemek için gittiğimiz Gezi merdivenlerindeki saldırıda yiyeceğimiz gazdan haberimiz yok!
Sürekli Twitter-Facebook-video-fotograf programları arasında gidip gelen Ipad’im de yorulmuş, şarjı bitiyor. Parkın içinde şarj standında kuyruk uzun, biz de hem biraz “temiz hava” hem de şarj için Divan Otel’e gidiyoruz. Bizi direnişin başından beri gazdan ve polisten koruyan Divan, artık otel olmaktan çoktan çıkmış, bir çeşit vaha gibi. Kapıdaki güler yüzlü, takım elbiseli görevli “Merhaba, hoş geldiniz. Tuvalete mi şarja mı?” deyince gülmem geri geliyor.
“Şarj için gelmiştim” açıklamam üzerine, aynı sıcak gülümseme ile yanıt veriyor: “Lobideki prizler dolu, dilerseniz otoparkın birinci katına inin, ek kablolar koyduk. “Otoparka inince gözlerime inanamadığım için yine gülüyorum. Her yerde ahtapot kolları gibi uzatma kordonları, prizlerin başında yerlerde oturan kızlı erkekli gruplar, telefonlar ipadler şarjda, gaz hatıralarıyla dolu sohbet koyu. Köşede bir çay-kahve standı duruyor, otelin nezaketi her yerde. Şiddetin verdiği acının en iyi ilacının gülümsemek ve paylaşmak olduğunu artık hiç unutmayacağım.
***
12 Haziran Çarşamba. Gezi Parkı.
Henüz güneşin tepemize dikilmesine saatler var. Parkın Divan Otel’e bakan bölümünde, Bostan manzaramıza karşı oturuyoruz. Yüzündeki çizgilerin tontonluğunu gizlemediği yaşlıca bir teyze, oflaya puflaya koca bir börek tepsisi ile geliyor, yardım tekliflerimizi geri çeviriyor, hepimizin elinde bir börek, gülümsüyoruz. O sırada, davulları, tefleri ve gökkuşağı bayrakları ile LGBT kardeşler, park içinde rutin turlarından birini atıyor. Börek tepsili teyze ürkerek soruyor: “Bunlar o teröristler mi yoksa?” “Hayır yok değil, kadın veya erkek olmaya kendisi karar verenler” diyor gençten biri gülerek. Börek tepsili teyze, açıklamayı duyunca daha bir şevkle tepsiyi kucaklıyor, arkalarından koştururken bir yandan açıklıyor: “O zaman onlar da börek yesin! “ Gökkuşağı bayrağın renkleri algıyı nasıl da değiştiriyor?
***
13 Haziran Perşembe. Gece, 23.00. Taksim Meydanı.
Bir elimde bir anne-dostumun eli, diğer elimde hiç tanımadığım başka bir annenin eli. Yüzlerce kadın, boyu tepemizden aşan TOMA’nın ve AKM önündeki yüzlerce polisin önünde dikiliyoruz. Anneler zinciriyiz biz! Ya da değerli Anadolu Ajansı’nın tanımlaması ile “kendilerinin anne olduklarını iddia eden bir grup kadın…” TOMA aniden çalışmaya başlıyor, içim pır pır ediyor, Elif “maskelerini takıyor polisler, biz de takalım bari” diyor, titreyerek gülümsüyorum, korkmak ayıp değil ki? Arkamızda duran gençlerin sesi yükseliyor, “Anneler sizinle gurur duyuyoruz!” Kendimle gurur duymayı ne zaman unuttuğumu düşünüyorum. Polislerle göz göze gelmeye çalışıyorum, içimden sürekli ismini bilmediğim polise “annen olsa sana anneleri neden gazladın derdi, ne olur sakın şimdi gaz sıkma” diyorum, duyuluyor mu bilmiyorum ama çok da umurumda değil. 3-5 anne ötemden yaşlıca bir anne, yüksek sesle gözüne kestirdiği polise sesleniyor: “Şişşt, çocuğum, polis evladım, gel bak sana bir şey diyeceğim, valla sadece konuşmak istiyorum!” Anneler zincirinin içinde, en önde TOMAnın karşısında durduğum anların, hayatımın en korku dolu cesaret anları olduğunu çok sonra, kendi görüntülerimi seyrederken anlıyorum.
***
15 Haziran Cumartesi, saat 19.00 civarı. Gezi Parkı. Büyük “müdahaleden” az önce.
Her gün olduğu gibi tüm parkta kocaman bir tur atıp, yeni asılan pankartlara, her çadır üzerinde ayrı gelişen mizah kültürüne, giderek genişleyen Sivil İnisiyatif çadırına bakıyorum. Pusetlerindeki bebelerden yanlarında getirdikleri termostan birbirine çay ikram eden yaşlıca tontonlara kayıyor gözüm. Bol bol fotoğraf çekiyorum, her anı sabitlemek istiyorum sanki gördüğüm her şeyin bir son olduğunu henüz bilmiyorum.
Büyük havuzun olduğu meydanda, sahnede canlı müzik var, kocaman kalabalık bir ağızdan türkü söylüyor. Hep birlikte her dilden türkü söylemeyi ne kadar çok özlediğimizin kanıtı gibi her çektiğim kare. Halay çeken her yaştan gruplar direnişin başından beri Gezi’nin vazgeçilmezi. 4 gün önce ayağımın dibine düşen gaz fişeklerini tekmelediğim merdivenlerin tepesine çıkıp, yeniden çekim yapmaya başlıyorum. Bir yandan türkü söylüyorum, bir yandan video çekiyorum, hep bir ağızdan ”güneşli günler göreceğiz çocuklar, motorları maviliklere süreceğiz...”
Türkü değişiyor, tempo hızlanıyor, halay grupları birleşiyor, alkışlar giderek çoğalıyor, sesimiz göğe yankılanıyor. Kendi kendime gülümsüyorum, PARKIMIZDA çok gördüm böyle kocaman koroları ve dev halay zincirlerini, ama o son halayda hissettiklerimi ve gördüğüm yüzlerce yüzü hiç unutmayacağımı artık biliyorum.
Videoyu izlemek için tıklayın!
***
15 Haziran Cumartesi, saat 20.15 civarı. Gezi Parkı, havuz meydanı.
Direnen anne-dostlarımla bir ağaç altındayız, ıhlamur kokusu baki. Yemek almaya gitmeden önce Gezi’deki son fotograflarımız olduğunu bilmediğimiz komik fotograflar çektiriyoruz. Derya, ben, Evrim. O son dakikalarda neden o kadar çok gülümsediğimizi, neden her türküye eşlik etmeye çalıştığımızı bilmiyorum. Hiç bir şey konuşmadan birbirimize dönüp gülümsediğimiz anlarımız var bizim.
Aniden aklıma geliyor, Banu, Gezi Kütüphanesi’ne bırakayım diye “bir çapulcuya” diye imzaladığı kitabını bana vermişti, ben bir kütüphaneye gidip geleyim diyorum, gruptaki arkadaşlarımdan biri “ben alayım o kitabı” diyor. Kütüphaneye kim daha çok kitap vermiş, çekişmeli bir yarış konuşması yapıyoruz. O an bilmiyoruz ama sanırım Gezi’ye yapılan müdahaleden kurtulan nadir kitaplardan biri oluyor “ Ben Onu Tuz Kadar Sevdim”…
Sonra, biz konuşurken, aniden değil ama birden sanki…
Twitter’dan “Meydanda müdahale anonsu yapılıyor, Gezi’dekiler dikkat” tweetleri akmaya başlıyor. Sahneden “sakin olun, küçük çocukları park dışına çıkarın” anonsu duyuluyor. Kalabalıkta gazdan kaçmak, birbirimizi ezme tehlikesi yüzünden en zor şey, yavaş yavaş el ele tutuşup Divan tarafına doğru geçiyoruz. Çocukluğumdan beri ilk kez, direnişin başından beri arkadaşlarımla ve hatta tanımadığım insanlarla el ele yürüyorum. Biz Divan tarafından parktan çıkarken, pusetteki bebelere, her yaştan her sıfattan insana bakıyorum, dakikalar içinde çocukları ve yaşlıları parktan nasıl çıkaracaksak? Etrafımda binlerce insan, beynim radar gibi, bir şeyler olacağını hissetmenin garip huzursuzluğu ile Divan’ın köşesinden Gezi’ye bakıyorum.
Sonra…
Önce su geliyor, tazyikle, yakarak, bir tufan gibi yağıyor üzerimize. Sanki dünyanın bütün suyu her köşeden yağıyor gibi. Elmadağ tarafına doğru sürükleniyoruz, herkes her zamanki gibi bağırıyor, “koşmayın, sakin, birbirinize dikkat edin, sakin!” Divan Oteli’nin köşesinde kalan diğer arkadaşlarımıza ulaşamıyoruz bir daha!
Kaçarken geriye doğru baktığımda Gezi’yi kaplayan gaz bulutunu görüyorum, o dumanın içinden çığlık çığlığa insanlar çıkıyor, aklım pusetteki bebelerde, o anda Derya “revire de gaz atmışlar” diye okuyor Twitter’dan, onlarca yaralı geliyor gözümün önüne, aynı anda yanıyor sanki içim, ciğerlerim, boğazım, gözlerim… Artık çok tanıdık bu acı, sanki bir daha hiç bırakmıyor ruhumu.
15 Haziran Cumartesi gecesinin kalanını, sığındığımız arkadaş evinde geçirirken, pencere açınca ayrı, Twitter’dan sokaktaki ve Divan Oteli’ndeki görüntüler düştükçe ayrı yanıyoruz. Ulaşamadığımız arkadaşlarımızı merak ediyoruz, Divan Otel’de mahsur kalanları da, gaz yiyen küçücük çocukları da ayrı düşünüyoruz. Ruhumuzun en kocaman parçası hala sokakta. Bulunduğumuz ara sokak, Harbiye ana caddedeki korkunç saldırılardan kaçan gençlerle dolu. Apartman kapıları açık, elde solüsyonlar dayanabildiğimiz kadar sokağa iniyoruz yardıma. Öyle iyi biliyorum ki, canım çok yanarken hiç tanımadığım birinin “İyi misin? Kendine dikkat et!” demesinin kıymetini!
Sabaha karşı 5. Ezan okuyor. Bizse koşa koşa, gazdan ve endişeden titreyerek, olabilecek en arka sokaklardan Şişli’deki evimize ulaşmaya çalışıyoruz. Her ara caddede polis, önünde barikat, ardında direnişçiler. Polis, neredeyse beş dakikada bir gaz savuruyor, artık önümü görmeden koşmaya alışkınım, ama evin sokağına nasıl ulaştığımızı pek anımsamıyorum… Evim, sokağım, eşyalarım, artık her şey ve her yer gaz kokuyor gibi.
***
O geceden sonra, olup bitenler daha flu benim için. Öyle bir darmadağın ki ruhum, parçaları toplamak için yazamıyorum bile. Ya da yazıyorum aslında, hem de 3-5 yazı birden yazıyorum, hepsi kopuk ve bitmemiş kalıyor, çünkü içimde biriken, canımı yakan, ruhumdaki yarayı derinleştiren her şeyi yazıp içimden çıkartma ihtiyacım da çok büyük. Ama yeterli, gerekli, doğru kelimeleri bulamıyorum, yazdığım hiç bir yazı beni bütünlemiyor, tamamlanmıyor, sanki hep eksik, hep yarım, hep olan bitenden uzak kalıyor...
Bazen sadece avaz avaz ağlamak, bazen sadece yüzlerce duvar yazısı okuyup güldüğümüz gibi bağıra çağıra gülmek, bazen sadece türkü dinlemek, bazense sadece yama yama boyanmış duvarlara bakıp susmak istiyorum. Evde duramıyorum, cafelerde bizimle birlikte oturan polisleri gördükçe gereksiz bir endişe ve huzursuzluk kaplıyor içimi, gözümün önüne ben uyanıkken bile gelen görüntülerden çok mutsuzum... Kâbuslarım birbirinin kopyası, hangi gece gözümü kapatsam, hep benimle.
Gezi'den bize kalan direniş ruhunu, güzel anlarımızı, unutulmaz anekdotları yazmak istesem de sonu bir şekilde hep acıya, hep şiddete, hep yaralılara veya kaçamayanlara yardım edemediğim zamanki çaresizliğime dönüşüyor. O son Cumartesi akşamı kocaman bir kalabalığın içinde bir Nazım Hikmet türküsü söylerken, 15 dakika sonra gazdan ve acıdan nasıl kaçmaya çalıştığımızı, pusetlerinde ağlayan bebekleri, kolumun üzerinden uçan plastik merminin arkamda duran genç çocuğun gözüne sapladığı anı hala hafızamda geriye atabilmiş, hala içime sindirebilmiş değilim. Sonunda, bu korkuyla da yüzleşip, yazı ne kadar uzasa da sadece içimde sakladıklarımı yazıyorum, ıhlamur kokan Gezi anlarımı sabitlemek için…
Kendimi bir nebze iyi hissettiğim tek anlar, akşamları Maçka Parkı'nda kalabalıkta karanlıkta konuşan ve aslında birbirini tanımasa bile iyi tanıyan yüzlerce insanın arasında çimenlerin üzerinde oturduğum anlar. Belki de bu ülkede hiç yaşanmamış sivil bir demokrasinin doğum sancılarına tanık olmak ve bir parçası gibi hissetmek, "parklar da basılır mı?" korkumuza rağmen, hala bana en huzur veren şey. Bizi Gezi’den çıkardılar belki ama artık bütün parklar bizim!
***
Karanfillerle Taksim Meydanı’na gittiğimizde bile sudan ve gazdan kaçmak zorunda kalınca, o akşam mutfak çekmecesinden ıhlamur kutumuzu çıkarıyorum.
İçimi, ruhumu acıtan o korkunç gaz kokusu yerine, içime, ruhuma, Gezi’nin ıhlamur kokusunu çekiyorum, artık ruhum daha çok ıhlamur, daha çok Gezi!
YORUMLAR