Arcayürek’li anılara devam
Efendim. Geçen hafta yazdığım ve yer darlığı nedeniyle yarıda bıraktığım Cüneyt Arcayürek’li anılara devam ediyorum ki bunlar aslında yakın tarihimize ilişkin birkaç soluk resimdir.
“Gececi” olmuşum. O zamanlar muhabirler on, on beş günde bir, gazetenin gece baskılarını yürütüyorlar. Gececi, akşam saat altı gibi bir zamanda gazeteye geliyor ve gündüz şefinden işleri devralıyor. Hangi haber “öldü”, hangisi belki de sabaha kadar sürecek durumlarını konuştuktan sonra gece mesaisine başlıyorlar.
Sorumluluğu ağır bir iş bu. Ertesi günün gazetesi hemen aşağıdaki matbaada basılmadan önce tüm sayfaların son kez gözden geçirilmesi ve matbaa şefine “basıla” diye imzalı izin verilmesi gerekiyor. O saatten sonraki olası tüm hatalar, gececinin boynuna.
Her gece nöbetimde beni oraya kadar yolcu etmekten vazgeçmeyen sevgilimle vedalaşıp, “Çankaya-Türkiş Blokları” otobüsünden iniyorum. Rüzgarlı Sokak’tan aşağıya doğru yürüyorum. O zamanlar pavyonlar ve netameli otellerle dolu olan sokaktan “bayıraşağı” inerken, sağdan soldan artık enikonu ahbap olduğum garsonlarla, gece “Misket havasına” çıkacak hanımefendilerle selamlaşıyorum.
Boyama sarışın bir “Misketçi” kız sakız patlatarak, o zamanların modası bir sözü söylüyor. “Basıııın, bizi de basın”.
Yokuşun sonundaki gazete binasına dönerken, önüm kesiliyor. İki metreye varan boyuyla “Rüzgar Selami” önümde dikiliyor ve “Abi giremezsin” diyor.
Ne oluyor derken, yanıbaşımda Cüneyt Arcayürek’i görüyorum. Elini omzuma koyuyor ve “sessizce büroya çık, sonra anlatırım” diyor.
Büroya çıkıyor ve bekliyorum. Biraz sonra Cüneyt Bey de geliyor. “Kusura bakma, gazete dönünceye kadar bekleyeceğiz” diye konuşuyor.
Gazete dönüyor yani basılıyor. Ben imzalamam için önüme getirilen ilk nüshayı görüyorum ve nefesim kesiliyor. Cüneyt Bey, Türk Hükümeti’nin IMF’ye gönderdiği “Niyet Mektubunu” ele geçirip, haber yapmış.
Haberi okuyorum. Tam bir rezillik. Hükümet, IMF’den birkaç kuruş alabilmek için neredeyse tüm otoyolları, cümle havaalanlarını, limanları ve gelecekteki vergi gelirlerini satmış, işçilerin, memurların ve emeklilerin ücretlerinin denetimini de IMF’ye bırakmış.
Cüneyt Bey, bu haberin sızmaması için kendince önlemler almış. Matbaayı abluka altına sokmuş, işçilerin dışarıya çıkmasını yasaklamış ve içlerinde “Rüzgar Selami”nin de bulunduğu tüm gazete şoförlerini dışarıya yollamış.
Yakası düğmeli mavi gömleğiyle yine çok şık bir şekilde matbaanın kapısının önünde duruyor ve kimseyi içeriye sokmuyor. Ben ve gece muhabirleri de gazetede hapisiz.
Sonra gazete dönüyor. Cüneyt Bey hepsini inceliyor ve sonunda izin veriyor. Samsun’a, Orta Anadolu ve Akdeniz’e gazete götürecek olan kamyonların sürücülerini de sıkılıyor. “Molalarda gazete göstermek yok, sızarsa hesabını sorarım”.
Rüzgar Selami ile öteki sürücü arkadaşlar, cepheye mermi taşırmış gibi kalın bir ciddiyet içinde o koca kamyonları çalıştırıp, yola düzülüyorlar…
***
O yapay kıtlık yılları. Ecevit Hükümeti’nin ara sıra aldığı keskin kararlardan rahatsız olan özellikle ithalatçılar, yürek dayanmaz bir hainlik yapıyorlar. Hammadde ithalatını kısıyorlar. İçerideki sözümona üreticiler de onlara uyup, üretimlerini düşürüyorlar.
Sonuç, Türkiye bir anda un, yağ ve şeker bulunamayan bir ülke haline geliyor. Gazetede hemen her gün “işte bugün ekmek alabilen sevinçli bir aile babası” diye haberler çıkıyor.
Derken, her akşamüstü gazeteye ekmek, margarin, toz şeker ve sigara gelmeye başlıyor. Fırıncılar Odası, Yağ Üreticileri Birliği, Şekerli Ürünler Odası gibi o zamana kadar adlarını hiç duymadığımız bir yerlerden gelen bu mallar, gazete kapısının önünde yığılıyor.
Selma Tükel, Ayberk Temel, Şefika Köymen, Sökmen Baykara, Rıza Ezer, Neşet Özmen, Süheyla Taşçıer , Nedim Bubik, Yavuz Gökmen ve isimlerini şimdi hatırlayamadığım gazeteciliğin efsane isimleri ve yanlarında da ben kulunuz, yönetime gidip, “biz bunları almayız” diyoruz.
Cüneyt Bey, “öyleyse dağıtalım” diyor. Yan yana olan Hürriyet, Günaydın, az ilerideki Güneş ve Rüzgarlı Sokağın başındaki yerel Ekspres ve Son Havadis gazetelerine gönderilen tüm gıda maddeleri, Cüneyt Bey’in talimatıyla sokakta halka dağıtılıyor.
Dağıtımın bittiği haberi gelince, Cüneyt Bey’in, “ulan bir tane Sana yağı alsaydım keşke, şimdi hanım yine söylenecek” diye mırıldandığını duyuyoruz.
***
Bu son anıyı yazıp yazmamakta epey tereddüt ettim. Tümüyle bana ilişkin bir anı çünkü ve ben kendimden sözetmeyi zorunlu olmadıkça pek sevmiyorum.
Nedir, Cüneyt Arcayürek de bu anının bir ortağı ve yazı da onun üzerine olduğuna göre, yazabilirim diye düşündüm…
Sevgilimle evlenmeye karar verdik. Verdik de sevgilimin ailesi son derece haklı nedenlerle buna pek sıcak bakmıyor. Uygar bir biçimde engellemeye çalışıyorlar.
Yanında çalıştığımı öğreniyorlar ve gidip Cüneyt Arcayürek’le görüşüyorlar. “Nasıl biridir” diye soruyorlar. Cüneyt Bey de “damat olacak başka kimse bulamadınız mı, o iflah olmaz bir hayalcidir” diyor.
Sonra da ekliyor: “Ama hep güzel hayaller kurar”.
Şimdi kızıma da anlatıyorum bazen bunları.
Seviniyor…
YORUMLAR