Bolero

O ılık haziran gecesinde Paris sokakları cıvıl cıvıldı. Kestane ve ıhlamur ağaçlarının çiçeklerinden baş döndürücü, büyüleyici bir koku yükseliyordu. Parisliler, 1928 Haziranı’nın bu büyülü gecesinde Paris Opera binasını hınca hınç doldurmuştu. Heyecanlıydılar. Ida Rubinstein Bale Topluluğu, o gece yeni bir eseri ilk kez sergileyecekti.


Perde ağır ağır açıldı. Orkestra yerini aldı. Trampetçi sahnenin önüne doğru ilerledi ve bir “piannissimo” ile ritmi verdi. Sonra flütlerden tuhaf, o zamana kadar herhangi bir bale müziğinde hiç duyulmamış olan bir melodi yükseldi. Melodi Fransız sokak şarkılarına benziyordu. Endülüs İspanyasındaki ya da Arap halk şarkılarındaki bitip tükenmek bilmeyen “yaveleri” de andırıyordu melodi.


Sonra çift kamışlı bir obuanın “çobanlama” çaldığı renkli sesler karıştı müziğe. Ardından kemanlar, viyola ve fagotlar da gitgide yükselen sesleriyle yerlerini aldılar. Hepsi de aynı temayı durmadan çalıp duruyordu. Trampetin ritmi hızlandı, tellilerin ve nefeslilerin sesleri ilahi bir koroya dönüştü. Parisliler bu muhteşem kreşendoyu kulaklarına inanamaz bir şekilde dinlediler, dinlediler. Sonra trampet bu kez iyice pes bir perdeden son bir piannissimo daha verdi.


Orkestra sustu. Seyirciler derin bir sessizlik içinde oturup kaldılar. Bu dinlediklerinin ne olduğunu anlayamamışlardı. Alkışlayıp, alkışlamamakta kararsızdılar...


Toplam on yedi dakika süren ve bu süre içinde aynı temayı tam on sekiz kez aynı şekilde ama on sekiz ayrı enstrumandan dinleyen seyircilerin şaşkınlıktan doğan sessizlikleri sürerken, salonun arkalarında oturmuş ince yapılı bir adam, onlara bakıp kıs kıs gülüyordu.


Adı Maurice Ravel olan adam, biraz önce ilk kez çalınan Bolero’nun bestecisiydi ve eserinin dinleyicileri nasıl şaşkınlığa uğratacağını baştan beri bildiği ve bu tahmininde hiç yanılmadığını gördüğü için böyle muzipçe gülüyordu. Bütün o ciddi görünümüne rağmen, Ravel aslında hiç büyümemiş bir çocuktu. Bütün çocuklar gibi, kendisine masallardan oluşan bir dünya yaratmıştı ve bu masallar, gizemli hikayeler, durmadan yinelenen rüyalar, yaptığı müziğin baş köşesine gelip kuruluyordu.


Ravel, 7 Mart 1875’te Pirene dağlarının kuytu kasabalarından biri olan Ciboure’da doğdu. On dört yaşında Paris Konservatuarı’na girdi. Klasik müziğin en büyük ödülü olan Roma Ödülü’ne üç kez aday gösterildi ama sadece bir kez -o da ikincilik- bu ödüle layık bulundu. Hiç üzülmedi. O ne yaptığını ve yapacağını iyi biliyordu ve içindeki çocuk, böyle küçük şeylere üzülmeyecek kadar neşeliydi. Kendisini eğlendirecek işlerle uğraşıp duruyordu.





Birinci Dünya Savaşı patladığında, Ravel askere alınmak için gönüllü olarak başvurdu. Tabii ki savaşa düşkün bir adam değildi. Sadece, yine içindeki çocuk baskın çıkmış ve bu büyük macerayı kaçırmak istememişti. Bir süre cephede dolaştıktan sonra rahatsızlandı ve geri gönderildi. Çeşitli hastanelerde yattı.


Savaş bittikten sonra bestelediği “Sol El İçin Piyano Konçertosu” ve “Sol Majör Piyano Konçertosu”, Ravel’in doruk noktasındaki eserleri olarak kabul edildi. Aslında Ravel bunları savaşta sağ elini kaybeden ünlü piyanist Paul Wittgenstein için yazmıştı. İnsanın bir organını kaybetmesinin, hele hele bir piyanistin elini kaybetmesinin ne demek olduğunu çok iyi biliyordu.


Sonra kendisini tüm dünyaya tanıtan ünlü “Bolero” geldi. Öteki birçok eserinde olduğu gibi “duygusuz ve soğuk” bir havada başlayan, sonra ansızın bir çelişkiler yumağı haline gelen bu eseri, Ravel yakın dostu Ida Rubinstein’in ricası üzerine bestelemişti.


Bolero’daki değişik çalgıların hep bir üst perdeye çıkarak durmadan aynı temayı tekrarlaması şeklindeki ritim, yıllar sonra ünlü bir şairimizi de etkiledi ve Ece Ayhan, “Bolero” adlı şiirinde, “Birisi biri için / Bilerek bilmeyerek / Her biçimden bir anlam / Her anlamdan bir biçim / Beklemiştir giderek / Bekledi bekleyecek” dizeleriyle bu ritmin şiirdeki örneğini verdi.


Sonra Ravel için “sözün bittiği” zamanlar başladı. 1932’de bir trafik kazası geçirdi. Kırılan kaburga kemikleri bir süre sonra kaynamaya başladı ama Ravel’de tuhaf davranışlar da görülür oldu. Hafızası hızla bozuluyordu. Piyano çalamıyordu, nota yazamıyordu, çevresindeki insanları, hatta eşyaları tanıyamıyordu. En önemlisi de Ravel artık konuşamıyordu.


Ameliyatlar, ilaçlar. Olmadı. Bu şakacı çocuk için 28 Aralık 1937’de trampet son bir “piannissimo” verdi. Sonra Pireneler’in muzip çocuğu Maurice Ravel, kendisinden önceki milyarlarca ölümlünün evrende yarattığı sonsuz kreşendoya, yeni bir oktav olarak katıldı.


Flütler çalmaya başladı. Sessizlik lütfen…







YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir annesinden gelen bask kökeni ile ravel, dönemi fransız müziğine daha fazla latin, caz ve ispanyol havası katmıştır. onu ölümsüz kılan bestelerinin hemen hepsinde tarzının etkilerini hissederim. lemi özgen'in kaleminden dökülen bolero kreşendosu muzipliğini ve alaycılığını yansıtsa da, bestecinin hayatı kolay geçmemiştir. arka planda bolero, önümde lemi ağabeyin bu yazısı, ikisinin hoş sedasına füg diyeyim, teşekkür kabul edilsin. fy
    CEVAPLA
  • Misafir dönemi müzik akımlarını etkilemiş alman wagner'in mitolojilerle örülmüş dramatik, coşkulu, tutkulu ve aşırı duygusallığına karşı, bu çağı da kapatan fransız izlenimcileri içinde yer alan ravel besteleriyle sade, alaycılığı ön plana alan, görselliği uyandırarak, bilinçaltını ve hayal gücü harekete geçirmeyi amaçlayan eserler ortaya koymuştur. piyano konçertoları bir yana, bolero sadeliği ve alaycılığının kreşendosundur. selen
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.