İstanbul bir çiçek dürbünüdür

İstanbul, Frenklerin “kaladeiskop” adını verdikleri, güzelim Türkçemizde ise “çiçek dürbünü” dediğimiz bir oyuncağın canlanmış halidir. Hani şu uzun bir borudan baktığımız ve prizmasındaki cam parçacıklarının dönmesiyle bin bir renk ve şekle bürünen o büyülü oyuncak gibidir.


İstanbul bir çiçek dürbünüdür. Söz gelimi, Galata Köprüsü’nün tam orta yerinde durursunuz ve etrafınıza bakarsınız. Yönünüze göre sağınızda ya da solunuzda yer alan Topkapı Sarayı önlerinde, birazdan Viyana’ya sefere çıkacak bıyığı balta kesmez Yeniçerileri görürsünüz. Derken, çok değil iki adım sağa döndüğünüzde, Kuzey Afrika’daki ağır savaşlardan dönen Bizans İmparatoru Justinyanus’a rastlarsınız.


Yürürsünüz. Dikilitaş’ın önünde dikilirsiniz. Dalarsınız. O eski ilahi saltanatları, Hor’a tapan Mısır Firavunlarını, burnuyla bir tarih değiştirdiği söylenen gizemli Kleopatra’yı, III.Thotmeş’in Suriye akınlarını düşünürsünüz. Sonra bir de bakarsınız ki, tam arkanızda Şair Orhan Veli, eve almayı yine unuttuğu tuz ve ekmeği düşünerek Küçük Ayasofya’dan Cibali’ye doğru inmektedir.


İstanbul’da atılan bir küçük adım, yapılan minnacık bir dönüş, sadece manzarayı değil, çağları da değiştirir. Marmara’nın lavanta mavisine alışan gözler, biraz sağa dönünce erguvanlarda boğulur. Bir adım önce gözlerine mil çekilip Adalar’a sürgün gidecek kara bahtlı Bizans prenslerine üzülürken, bir ikinci adımda Dolapdereli Cihanyandı Saliha’nın tam tekmil altıkol çengi takımı ile neşelenirsiniz.


İstanbul, insanın ruhunu, aklını ve bedenini bir dakika içinde yedi iklim dört bucağa savurur ki, dumanlı kasım ayı akşamlarında eski Balat evlerinin çatılarını havaya uçuran Ayandon fırtınası kaç para?


Bakın şimdi yine Galata Köprüsü’nün tam ortasındayız. İki yanımız deniz. Düşünceye dalarız. Buradaki o eski köprüyü, hani esrarengiz bir biçimde ansızın yanıveren o eski köprüyü düşünürüz.


Hakkını teslim edelim ki, bir gece ansızın yanan öteki köprü daha bir revnaklı idi. O köprüde denize, martılara, balıklara baka baka yeterince avarelik ettikten sonra, hemen aşağıdaki salaş lokantalara inerdik.


Köprünün üzerinden geçen arabalar havayı titretir, bardakları şıngırdatır, köprünün dubalarına vuran dalgalar masaları sallar, İstanbul’a kor kızıl bir akşam inerken, eski aşklar konuşulurdu. Havada tuz kokusu, yosun kokusu, karpuz kokusu, parfüm kokusu ve ayrılık kokusu dalgalanırdı. Gökyüzü yıldıza keserdi, başımız dönerdi. Mavnalarda dümen tutan, siya siya kürek çeken, ekmekleri peşindeki adam gibi adamları görürdük.


Tam karşımızdaki Topkapı Sarayı’na bakardık. Nice bahtsız padişahın, sayısız şehzadenin, saltanatı sallantılı sadrazamın ve konuştukları Türkçe “tatlı bozuk” olan kadersiz cariyelerin ömür tükettiği saraya bakardık. Aklımızdan Hürrem Sultan’lar, Sümbül Ağa’lar geçerdi.


Ansızın yüzümüze mavi bir ışık vururdu. İznik’te özel olarak yaptırılmış tam 21 bin 43 türkuaz renkli çinisiyle insanı mavi mavi okşayan camiye, Sultan Ahmet Camii’nden yayılan o huzur verici mavi renge dalar giderdik.


Ayasofya da göz yaylımımızda olurdu elbet. Ayasofya’nın içini döşemiş Prokokenez’in beyaz, Eğriboz Adası’nın açık yeşil, Karia’nın kırmızı-beyaz ve Siga’nın damarlı pembe mermerlerini görür gibi olurduk. Gizemli tonozlardan geçip, insanı bir ışık cümbüşüne boğan altın tesseralı zakkum pembesi, deniz mavisi mozaikleri sanki masamıza getirirdik.



Gölgeli köşelerden bir lir sesi gelirdi. Düşünmeye başlardık. Biraz önce beyaz elbiseleri içinde bir ışık seli gibi geçen Bizanslı Prenses Avdoksia değil miydi? Bulgarlara karşı çarpışan nişanlısı Antonios’un sağ salim dönebilmesi için dua mı etti acaba?


Sonra, “sefer yolları” göründüğünde, ata binip kılıç kuşanmadan önce buraya gelerek tanrıya yakaran Fatih’i, Yıldırım’ı ve Sarı Selim’i de görürdük ve öylece bakakalırdık.


İstanbul bir çiçek dürbünüdür. Burada “hatıralar tarihin küllerini savurur”. Sözgelimi, Galata Köprüsü’nün hemen yanı başındaki Karaköy, İstanbul’un unutulmuş bir limanıdır. Burada Tatavlalı Niko’nun laternası ile Kırşehirli Neşet’in bağlamasının sesleri birbirine karışır. Ney sesleri de biraz ilerdeki Mevlevihane’den gelir.


Sarayburnu’ndan Gotlar Sütunu görülür. Onun arkasındaki yeşillik yer ise Gülhane Parkı’dır ki, burada yalnız bir ceviz ağacı ve “kimselerin farkında olmadığı bir şair” yaşar. Derken, Sirkeci de gözümüzün kuyruğuna gelip oturur. Sirkeci’den vapurdumanları arasında geçilir. Duman rengi ile mavi birbirine karışır. Hava yanık yanık kokar. Balık kokar, sevda kokar.


Yedi tepeli kente bakır kızılı bir akşam inerken, köprüdeki oltacılar takımlarını toplar. Hayatlarını bir misina ucunda geçiren bu adamlar bir zamanlar balık tuttukları İstanbul iskelelerini düşünürler. Hüzzam makamlı Haliç’i düşünürler. Samatya’da saman sarısı bir ev düşünürler. Bir zamanlar içinde sarışın bir kadının Ankara türküleri söylediği sarışın bir ev düşünürler.


Onlar oltalarını toplarken, erguvanlar mora döner. Sadabat’a jilet mavisi bir gece çökerken, misina ve oltalarını topladıkları torbaya, hiç bitmeyen hüzünlerini de tıkıştırırlar. Deniz ve Galata Köprüsü artık martılarındır.


İstanbul bir çiçek dürbünüdür.




YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.