Ya tuttuysa?
Cambridge Düşesi Kate Middleton, çoğumuzun ‘Prenses Diana’nın büyük oğlu’ olarak bildiği Cambridge Dükü Prens William’dan olan ikinci bebeğini dünyaya getirdi geçtiğimiz hafta...
Sıradan bir insan olarak başladığı hayata, İngiltere tahtının varisine yüzüğü takarak devam eden Middleton, son birkaç senenin hakkında en çok konuşulan kadınlarından biri olsa gerek. Arkası dantelli, harikulade mavi elbisesinden zarif gelinliğine, 2010’da tüm dünyanın naklen izlediği düğününden, doğumlarından birkaç saat sonra full makyaj verdiği pozlara kadar hepimizin, istesek de istemesek de, çatlasak da patlasak da, imrendiği peri masalını yaşıyor bu kadın.
Eskilerin ‘sarı pipi çamaşır ipi’ olarak adlandırabileceği, lakin günümüz standartlarında ‘oldukça hoş’ olarak değerlendirilebilecek fizikte bir adamla evlendi her şeyden önce... Ancak fiziğini bir kenara bırak, adam prens ayol, var mı ötesi!
Baktığın zaman prens olmak zor bir şey olsa gerek, hele de anneni, zor bir hayat yaşamış olan anneni hayatının en verimli yaşında trajik bir şekilde kaybettiysen... Bütün dünya Prens William ve Prens Harry’nin herkesin gözü önünde büyümesini seyretti. Hepimiz ‘şanslı kızların’ kim olacağını merak ettik senelerce ve işte piyango üç çocuklu ortalama bir ailenin kızı olan Kate’e vurdu.
Kate bir Victoria’s Secret mankeni değil belki ancak bir prensese yakışan tüm zarafetleri taşıyor. Öte yandan, böylesi duruşun, böylesi havanın, böylesi ‘prenses gibi prenses’ olmanın doğuştan olamayacağını, bunun için zarafet kursundan dik yürümeye, diksiyon derslerinden kişisel bakıma kadar birçok eğitimden geçtiğini düşünüyor insan. Sonuçta koskoca İngiltere kraliçesi tahtı öyle herkese bırakacak değil herhalde, mutlaka ‘prenses gibi prenses’ olsun istemiştir ardından gelecek olan kişi...
Prenses olmak kolay değil şekerim. Yok valla ben istemezdim. Bütün gözler senin üzerinde... Herkes, her gittiğin yerde, her an seni konuşuyor. Kadın doğum yaptı, birkaç saat sonra bebeğiyle hastanenin önünde poz verdi, onda bile kimseye yaranamadı. Prensese bakan herkes kendisinin prenseslikten ne kadar uzak olduğunu hatırlıyor: ‘Ama ben doğumdan sonra kaç gün kendime gelemedim... Ama ben gelinliğimi hiç böyle rahat taşıyamadım... Ama ben... ben ne kadar eksiğim ve o ne kadar prenses!’ Gerçek şu ki, dünyanın en gözleri üzerinde olan kadını olmak, aynı zamanda en kıskanılan kadını olmayı da gerektiriyor. Nazar çıkar vallahi!
Eh, İngiltere gibi uygar ancak geçmişi kanlı bir sömürge ülkesinin prensesi olmak da kolay değil. Ülkenin günahlarından bizzat sorumlu olmasan da ağırlığını taşıyorsun elbet... ‘Güneş batmayan imparatorluk’un prensesisin sonuçta, ne kanlar dökülmüş, ne ülkeler sömürülmüş bu uğurda!
Bütün bunları düşününce ‘Al prenseslik senin olsun’ demek istiyor insan...
Zaten mutlu da değildir ki o... İnsan mutlu olur mu ya sarayda? Yani tamam, Kraliçeyle aynı çatı altında yaşamıyorsun belki ama evin içinde bir sürü insan... Etrafında dört dönüyor. Ne giyeceğinden neyi nasıl yiyeceğine kadar her şey bir skalada değerlendiriliyor. Çocuklarını da dadıyla büyütüyordur Allah bilir, koskoca prenses, oturup da bebelerle blokları üst üste dizecek değil ya? İşi var, gücü var, sağda solda boy gösterecek...
Hem dışarıdan görünenlere bakmayın siz, öyle mutlu mesut aşık yeni ebeveyn pozlarına... Biri iki yaşında, biri yenidoğan bir bebekle o kadar sakin, dingin olmak mümkün mü allah aşkına?! Hem o kadar prensesliğin, düşesliğin, çoluğun çocuğun, işin arasında, karı-koca birbirlerine ayıracak vakit de bulamıyorlardır ben sana diyeyim.
Kısacası, hiçbir şey öyle dışarıdan göründüğü gibi değil, o sarayın içindeki de peri masalı falan değil, olsa olsa düzmecedir.
Ama ya öyle değilse?... Ya, gerçekten her şey göründüğü gibi güzelse... Ya cidden peri masalını yaşıyorlarsa?
Nasrettin Hoca’nın dediği gibi, ya tuttuysa?
Allah mesut etsin, ne diyelim....
Zenginin malı züğürdün çenesini yorar dedikleri bu olsa gerek...
YORUMLAR