Ne anladın sen bu hayattan?
“Babalar, anneler, amcalar, dedeler ölürler” dedi Uzay bir anda. Konuya nasıl geldik hiç hatırlamıyorum. Yatakta boğuşuyorduk öncesinde; kikir kikir. Bir anda ciddileştik. “Di mi anne?” Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısında yazan söz geldi aklıma; tehditkâr: “Her canlı ölümü tadacaktır.” Öyle demedim. “Yaşarız, büyürüz, yaşlanırız ve ölürüz” dedim Uzay‘a. “Sen de mi öleceksin?” diye sordu. Vereceğim cevabın etkisinden korktum bir an...
Karşımda 3.5 yaşında bir ufaklık da olsa ciddiyetsiz, geçiştirici cevap veremeyeceğimi, söyleyeceklerimin belki de ömür boyu bilinçaltında hınzır hınzır bekleyeceğini düşündüm. “Ben de öleceğim tabii” dedim. “Bak kış olunca ağaçların yaprakları nasıl dökülüyor, çiçekleri kalmıyor ya işte onlar da kışın ölüyorlar biraz, ama bahar gelince yeniden doğuyorlar. Bu sefer başka yaprakları, başka çiçekleri oluyor” dedim. İkna olmadı.
Dedesinin çiftliğinde yerinden sökülen ve tekrar toprağa dikilen ağaçları anlattı. “Ağaçlar ölmez” dedi. Sonra “Senin annen ölmüş. Şimdi yok. Tekrar çıkmamış” dedi... Burada zorlandım. “Benim annem öldü ama ben onu kalbimde hissediyorum. Hem fotoğrafları var, onlara bakınca hatırlıyorum; bir insanı kalbimizde hissedebilirsek ondan tamamen ayrılmış olmayız” dedim... “Ben ölünce de böyle olacak, ne zaman istersen gözlerini kapatıp beni hissedebilirsin, fotoğraflarıma bakabilirsin” dedim. Bundan sonra hiç beklemediğim bir cevap geldi: “Sen ölürsen fotoğraflarını da al götür.” Ne kastettiğini anlamadım; sanırım komiklik yaptı kendince. Sonra üzerimize çöken histen kurtulmak için başka konulara çevirdik yönümüzü. O gün okulda, bahçe saatinde nasıl arkadaşıyla çarpıştığını anlattı... Güldük.
Ertesi akşam okuldan eve geldiğinde: “Anne sana çok sevineceğin bir şey söylicem. Bugün ben okuldayken sen işteyken yan yana değildik ya. Seni kalbimde hissettim.”
İşte bu ana yüreği denen zerzevatın eriyip magma tabakasına karıştığı yer... “Sevmek yan yana değilken de oluyor demek ki.”
Çocuk, insanı hayata daha önce hiç bakmadığı taraflardan baktıran; bildiği fakat üzerine düşünmediği, dile getirmediği nice gerçeği, hissiyatı, algıyı özneli yüklemli cümleler halinde kendi sesinden duymaya zorlayan bir mahlukat. Hayatının ilk senesinde, bakıp da gördüğü her şeye şaşırarak baksa da görmemeye alışmış yetişkin zihnine şaşırmayı hatırlatırken, 3. yaşı itibarıyla: “Gel bakalım buraya 33 senede ne anladın sen bu hayattan?” sorgusuna çeken bir hoca. “Anne aşk nedir? Anne ölüm nedir? Anne özlemek nedir? Neden işe gidiyorsun? Anne senin annen nerede?”
Bu sorulara cevap verebilmek için önce bir içe bakmak gerekiyor... Ölüm benim için nedir? Ölünce ayrılınır mı? Benim annem nerede? Sormaya başladıktan sonra cevaplar yavaş yavaş belirmeye başlıyor...
Bundan birkaç sene önce annemin mezarında bir kayısı ağacı çıkmıştı. Bana kalırsa benim annem o ağaçta. Bir de odamın penceresinden, masmavi gökyüzü görünür yattığım yerden, işte benim annem oralarda bir yerde... Bunları Uzay’a henüz böyle anlatamam ama ölümü korkulacak, yadırganacak, kaçınılacak bir şey olarak algılamasına engel olabilirim sanırım.
“Yağmura derinlemesine bakarak bulutu hâlâ görebileceğinizi bilseydiniz bu kadar ağlamazdınız” der Thich Nhat Hanh “Ölüm Yok, Korku Yok” kitabında... Kitabı tekrar okumanın zamanı belki…
YORUMLAR