"Yanlış birine âşık evli bir kadının, Özlem’in hikâyesini ve Özlem’in yoluna çıkan insanların hikâyelerini anlatıyor kitap. Her hikâye, roman içinde bir miktar yaşanmışlık barındırır. Ancak Her Şeyi Baştan Anlat fazla gerçek... Bunun nedeni nedir?
Bu hissi yaratabildiysem ne mutlu bana. Çünkü yaşanmışlıklardan yola çıksam da çıkmasam da, bütün kahramanlarım yaşıyor benim için, yazdığım her cümlenin her kelimesine inanmalıyım, başka türlü onu yazmam. Bu romanın daha da özel bir durumu var sanırım, kahramanları itibariyle. Özlem’in akıl hastanesinde tanıştığı insanlar, özellikle de kadınlar acıları ve yaşadıklarıyla çok tanıdıklar, maalesef hemen her gün onların hikâyelerine benzer haberleri duyuyoruz okuyoruz. Nitekim onları aslında hepimiz bir bir tanıyoruz. Üstelik yaşadıkları epey ağır durumlar, hikâyelerin bu denli trajik ve kuvvetli duygular içermesi beni daha da yükseltti sanırım.
Kadın ne zaman aldatır? Aldatan kadın kandırılır mı, yoksa inanmak mı ister? Kitabınızı yazarken eminim ki çok sayıda gözleminiz olmuştur... Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Kadın ne zaman aldatır sorusuna karşılık bir genelleme yapmak çok güç sanki. Ama mutsuzluk, saygı görmemek, özbenliğine saldırılması, duygusal şiddet görmek ve baskılanmak, (fiziksel şiddeti bu konuya dahil etmiyorum bile) karşısındakinden kopuşu başlatır bence. Bu durumlar büyük bir boşluk duygusu yaratır. Bence kadınlar en çok böyle duygusal boşluklardan, incitilmişliklerden ötürü aldatıyor, bu duygularını tamir etmek adına, bir kadın olarak iyi ve özgüvenli hissedebilmek adına. Yani inanmak ister bence. En azından Her Şeyi Baştan Anlat’taki sebep ve hissiyat bu. Sadece cinsellik peşinde aldatmak bambaşka bir şey tabii, kadın için de erkek için de pek farklı değil bu bence, ama romandaki konumuz bu değil tabii.
Romanda sık sık “kutsal aşk”tan bahsetmiştiniz... Her aşk kutsal değil midir?
Kutsallık aşk için çok çok büyük bir laf. Birbirini çok sevebilir iki insan, uzun yıllar beraber de olabilir, hatta birbirlerini hiç aldatmamış olsunlar, bence yine bu bir “kutsallığın” sonucu değildir. Mevzu kadın-erkek ilişkisiyse, hiçbir aşk kutsal değildir. Kutsallık aşk söz konusu olduğunda fazla naif ve gerçekten kopuk görünüyor bana. Kutsallık Tanrı’ya hissedilen duygularda ya da bir annenin tamamen karşılıksız, içten gelen bir biçimde çocuğuna hissettiği duyguda olabilir. Romanda aşkın “kutsallığı” bir ironi sadece. Özlem’in kendini kandırmak ve kocasını terk ederken kendini doğrulamak adına bulduğu bir “kılıf”. Her şey tepetaklak olup da her şeyin ortasında yapayalnız kaldığında da en çok alay ettiği mevzuya dönüşüyor zaten bu kutsallık.
Delilik, gerçekten daha sıcaktır derken, “gerçeğin” kollarında bir “normal” olarak yaşarken hissedilen “sakinlikten” ve “delilik” diye adlandırılan, bunun tam tersi olan o durumdan bahsediyorum. İnsan gerçeğin dışında kalmaya başlayınca bir çatışma ve heyecan âleminde bulabiliyor kendini, ben de bu duyguyu ucundan kıyısından tattım. Burada “mutlu” bir sıcaklıktan bahsetmiyorum. Daha “yakıcı”, daha enerjik bir âlem anlatmak istediğim. Bazı gerçeklere inanmak istemeyişimiz, iç dünyamızın sarsıntıya uğramaması için kendimizi, dengemizi korumak adına kendimizi oyalayışımız kandırışımızdır bence. Delilik değilse de bu halin normal ve mantıklı bir hal olmadığı kesin. Gerçeğin görünmeyen yüzü de bizi böyle oyunlar oynamaya sevk ediyor çoğu kez, en azından “neden olmasın?” diye fısıldıyor.
Özlem’in ve Özlem’in hayatından geçenlerin ayrı ayrı hikâyeleri var. Herkes bu hikâyelerden kendisine bir şey çıkaracaktır. Peki, sizin vermek istediğiniz en net mesaj neydi?
Birbirimizin hikâyelerine kulak vermeliyiz, oradaki her hayat bir roman aslında, hakikaten roman… Ama belki yanı başımızdan sessizce geçip giden, aldırış etmediğimiz, farkına bile varmadığımız birinin romanı. Özlem hastanede kalmaya başladığı günlerde insanı deliliğe sürükleyen yolların nasıl da haşin olabileceğinin farkında değildi. Öğrendikçe anlıyor “kimsenin hikâyesinin öyle uzaktan bakmakla anlaşılamayacağını”. Hepimiz türlü sınavlardan, acılardan geçiyoruz, en çok da bu yüzden birbirimize saygı duymalı, kulak vermeliyiz. Türlü felaketlerden geçip aklını kaybetmek bile, çoğu kez tam tersi bir tür eziklik olarak algılanıyor günümüzde, düşene bir tekme de sen vur misali. Güçlü güçsüzü “güçsüz” olarak görmüyor, “yok” olarak görüyor. Birbirimizi duymalıyız, başka türlü bu kötülüğün bir parçası olmak kimseye bir şey kazandırmaz, hem kendimiz hem de hepimiz adına birbirimizi görmeli, duymalıyız.
İlk kitabınızı 2009 yılında çıkardınız, ardından Yok Olma Kılavuzu, Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz? adlı kitabınızı yazdınız. Sonrasında ise çocuklar için Dünya İçin Bir Şans adlı bir kitap... Çocuk kitabı yazarken en çok nelere dikkat ettiniz? Büyüklere yazmak mı? Çocuklara yazmak mı? Hangisi daha zor?
İkisinin de farklı zorlukları var. Çocuklar için yazarken çok özgürdüm ama bir yandan da dili çok daha ekonomik kullanmalıydım, çocuklarda olumsuz bir etki bırakabilecek ya da “yanlış” bir mesaj olarak alınabilecek her şeyden uzak durmalıydım. İlk denememdi, çocuk romanımın sesini bulana kadar küçük küçük çocuk hikâyeleri yazarak denemeler yaptım. Sonsuz bir âlem çocuk kitapları, çok renkli, çok çekici, bütün bir günümü onların arasında geçirebilirim. Yetişkin romanının da kendine göre özgürlükleri var tabii. Dili alabildiğince özgürce kullanabilmek, aksiyondan çok anlara odaklanıp orada istediğiniz kadar kalıp o anı sonuna kadar tüketebilmek gibi. Hem büyüklere hem çocuklara yazmaya devam edeceğim.
Son olarak yapmayı planladığınız diğer projelerinizi merak ediyorum...
Çocuk kitabı serisi projem var. Bugünlerde ilkini yazıyorum. Şu kadarını söyleyebilirim baş kahramanı kızım Masal’ın ismini taşıyor.
Röportaj: Dilay Argün
Ece Erdoğuş Levi'nin fotoğrafı: Şahan Nuhoğlu
YORUMLAR