Joël Dicker’in yazdığı “Harry Q. Davası’nın Ardındaki Gerçek”, önce kapağıyla ilgimi çekti, sonra şöyle bir karıştırayım derken, bir de baktım uzun süredir hiçbir polisiyenin yapamadığını yaparak beni sabaha kadar uyanık tuttu. Birkaç gün içinde bittiğindeyse resmen serseme dönmüştüm. Kitapta, okuru ürpertecek, altüst edecek ne kadar yazarlık numarası varsa hepsi fazlasıyla mevcuttu. Öncelikle bir cinayet romanıydı şüphesiz. Dokunaklı bir aşk hikâyesiydi aynı zamanda. Daha da ileri giderek romanın, “polisiye formunda bir yaratıcı yazarlık ders kitabı” olduğunu bile söyleyebilirim.


Tam üzerine bir şeyler yazmayı planlıyordum ki Joël Dicker’in nasıl bir adam olduğunu merak ettim ve öğrendiklerim karşısında nefesim kesildi. Mesela Harry Q.’yu okurken, ilk romanıyla satış rekorları kıran ve zor beğenen Fransızların Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü dahil birçok önemli ödülü kazanan Dicker’ın yaşlı başlı bir Amerikalı olduğunu zannetmiştim. Meğer hikâyede beni yanıltmış, kendisi esasen 27 yaşında, hayatının baharında bir İsviçreliymiş.


Tabii daha da enteresanı, bu genç yazar, herhangi bir Hollywood blockbuster’ının başrol oyuncusu olduğunu söyleseniz inanacağım kadar yakışıklıydı. Bildiğiniz gibi, edebiyatçının bu kadar güzel olanına dünyanın hiçbir yerinde pek alışık değiliz. Özetle, “Harry Q. Davası‘nın Ardındaki Gerçek”in yazarı Joël Dicker’la bir röportaj yapmam şarttı, yaptım.


Kitabın kahramanı Marcus Goldman, çok sevdiği birisinin hayatını ve şerefini kurtarmak için bir roman yazmak zorunda. Siz ne dersiniz, edebiyat hakikaten hayat kurtarabilir mi? Sizinkini kurtardı mı mesela?

Hayır, edebiyatın hayat kurtaracağını düşünmüyorum. Hayatı güzelleştiren şeylere, yani rüyalara, hayallere kaçış için bir imkândır edebiyat. İhtimalleri görerek sınırları, daha doğrusu kendimizi aşmamızı sağlar. Eh, bu da yeterince büyük bir şey.


Yazları Stephen King’in şehrinde yaşıyor


Kitabınızdan yola çıkarak soruyorum, Amerikan kültürünü bu kadar derinden özümsemenizi sağlayan neydi? Deneyim mi yoksa çok Amerikan romanı okumak mı? Demek istediğim romanınız edebiyatın başarısı sayılabilir mi?

Çocukluğum boyunca ailemle her yıl yaz aylarını Amerika’da, Maine şehrinde geçirdik.


Stephen King’in şehri. Sever misiniz?

Hiçbir kitabını okumadım aslında. Ama çalışkanlığına, kararlılığına, değişebilme ve hep daha iyisini yapabilme arzusuna hayranlık duyuyorum. Bunca yıl sonra artık iyi bir yazar oldu.


Maine’e dönersek...

Küçükken New England ormanlarının ne kadar büyük ve ürkütücü olduğunu gördüğüm her seferinde büyüleniyordum. Büyüdükçe, yazları kaldığımız evin kütüphanesini karıştırıp Amerikalı yazarları ve romanlarını keşfetmeye başladım. Yani yanıldınız, romanım bu anlamda “edebiyatın bir başarısı” değil. Fakat haklı olduğunuz bir taraf var: Edebiyatın insanların hayatını derinden etkilediğine, onu çok daha zevkli kıldığına yürekten inanıyorum.


Bence bir sebep de şu: Amerikan kültürü ve dedektif romanları birbirlerine çok yakışıyorlar...

Bilmem ki öyle mi? Polisiye yakıtı “merak” olan uluslararası bir tür sonuçta. Hepimiz birer “araştırmacı” yani dedektif olarak geldik dünyaya. Her gün kendimize cevaplanması gereken bir sürü soru soruyoruz.


Neyi araştırıyoruz?

En basiti sevgilinizi arayıp “Akşam yemeğe gidelim mi” diye soruyorsunuz. Rahatsız olduğunu ve bu akşam çıkamayacağını söylüyor. Ama bir restoranın önünden geçerken onun içeride tanımadığınız biriyle yemek yediğini görüyorsunuz. Ve haliyle bir sürü soru sormaya başlıyorsunuz: Neler oluyor? Bana niçin yalan söyledi? Yanındaki kadın kim?


Burada cevap açık bence...

Belki. Ama belki de değildir. Demek istediğim, insan meraklı bir varlık. Polisiye de bize bu yanımızı doyuracak malzemeyi sunuyor. Görüyor musunuz, gene başa döndük: Roman sanatının esas gücü kendimizden kaçmamızı sağlamasında.


Aurora, yani hikâyenin geçtiği kasaba gerçek mi hayali mi?

Orası tamamen benim hayal gücümün ürünü. Ama New England kasabalarının birçok özelliğini taşıyor.


"Kötülük içimizdeki gölgeli tarafta gizli"


Romanınızın talihsiz karakterlerinden, çocuk yaştaki güzel Nola Kellergan’dan bahseder misiniz? Vladimir Nabokov’un Lolita’sından etkilendiniz mi onu yaratırken?

Eh, Nola’ya adını verirken, Lolita’yla ses benzerliğinden yola çıktım açıkçası. Harry ile Nola arasındaki ilişki de akla Lolita’yı getirmiyor değil. Fakat benzerlik bundan ibaret.


Romanınızda bol miktarda kötülük var. Sizin kötülük tarifinizi sorsam...

Kötülük varoluşumuzun bir parçası. Hepimizin bir aydınlık, bir de gölgeli tarafı var. Aydınlık tarafımızı başka insanlara gösterebiliyoruz, gölgeli olansa gizli. Kendimize bile itiraf etmiyoruz onu, yadsıyoruz. Kötülük, varlığını makul bir şekilde, kontrolümüz altında ve başkalarına zarar vermeden sürdürebiliyorsa, kabul edilebilir sayılır. Ruhumuzun gölgeli tarafının bir parçasıdır, o kadar. Fakat sesini yükseltip bizi yönetmeye başlarsa, zararlı ve tehlikeli hale gelir.


Ödülleri biliyoruz da okurların tepkisi nasıldı romanınıza karşı? Hızla çok satan kitaplar listelerinin başına yerleşmesi sizi şaşırttı mı?

Romanımın kazandığı başarıya hâlâ inanamıyorum. 2012 Eylül’ünde yayınlandı ve tepkiler inanılmazdı! Anında listelere girdi ve aylarca kaldı. Böyle bir şeyi hayal bile etmemiştim. Hayata derin bir şükran duyuyorum. Başarının kırılgan ve kısa ömürlü bir şey olduğunu bildiğim için de her saniyesinin tadını çıkarmaya çalışıyorum.


"Öncesinde beş roman yazdım ama çöpe attım"


Sizden başarınızın sırrını açıklayacak bir Joël Dicker reçetesi istesem...

Çalışın, çalışın, çalışın. Yetmiyorsa daha çok çalışın. Ben 10 yaşımdan beni yazıyorum. Hem de hiç durmadan. İlk kitabım basılana kadar sonradan hepsini çöpe attığım 5 kitap bitirdim. İnanır mısınız bilmem ama Harry Quebert’i yayıncıya göndermeden önce de 30 farklı versiyon vardı elimde.


Yazarken belirli ritüelleriniz var mı?

Birinci tavsiyem çalışmaya başlamadan önce internet bağlantısını kapatmanız. Bir de müzik dinlemek bende çok işe yarıyor. Harry Q.’yu yazarken sürekli Kings of Leon topluluğunun şarkılarını dinledim.


Japon romancı Murakami gibi siz de koşucusunuz. Yazmakla koşmak arasındaki ilişkiyi anlatır mısınız?

Yazarken de koşarken de disiplini elden bırakmamalı ve bol bol egzersiz yapmalısınız. Bunun için her gün uzun saatler harcamak zorunda kalabilirsiniz. Göze alamıyorsanız başlamayın. En büyük benzerlikse şu: Yazmak da koşmak da aslında kendinizle yarışmak anlamına gelir. Dayanıklılık gerektiren bir yarıştır bu. Pes etmemeli, durmamalı, hedefi zihninizden hiç çıkarmadan hep devam etmelisiniz. Ha bir benzerlik daha: Birileriyle beraber koşamaz ve birileriyle beraber yazamazsınız.


"Hiç kimse okuduğu şeyden utanmamalı"


Ne tür bir okursunuz?

Edebiyatın çok farklı türlerindeki eserleri okurum. Ama elektronik kitap okumayı hiç sevmiyorum, benim işim kitapla. Bir hikâyesi olan, bir süre için bile olsa kendi dünyanızdan kaçmanıza olanak tanıyan kitapları seviyorum.


Bu konuda “kirli” zevkleriniz yok mudur?

Hayır, mümkün değil. Okumak söz konusuysa böyle bir kavramı kabul etmiyorum. Okumak eğlenceli bir şeydir, ne okuduğunuzun ne önemi var? Kimse okuduğu şeyden utanmamalı. Galiba okumayı zevksiz bir uğraş yerine koyan her kavrama karşıyım.


Röportaj: Gülenay Börekçi

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.