Bir şeye kafamı gerçekten vermek iyice zorlaşıyor. En son ne zaman bir şeye tam anlamıyla konsantre olmuştum? Bilmiyorum. Konsantrasyonun mutlulukla bir ilişkisi var, ya da huzurla. Şeyler arasında geçiş yaparken hiçbir şeyi tam sindirmiyorum. Bir sürü sekme açık da ben hiçbirine gereken önemi gösteremiyorum. Çiğnemeden yutuyorum. Daha çok şey hakkında bilgi sahibiymişim de hiçbir şeyi tam anlamıyla bilemiyormuşum gibi.
Ekranda “Uysallar” açık, dönüyor. Şu anki koşullarıma iyi süspansiyon görevi görüyor. Bazen dikkatimi arttırıp karakterleri daha iyi anlamaya çalışıyorum. Kız çocuğu gerçek bir pank, telefon istemiyorum diye sağa sola dönerek bağrınıyor. İşte tam bir anti-kapitalist, bir düzen karşıtı. Fakat babası tarafından anlaşılmıyor, ne acı. Tabii ki anlaşılmayacaktı. Burada baba, düzenin kendisi oluyor.
Halbuki geceleri de baba kendi düzenini yıkıyor. Gündüzün olağanlığını örten gecenin düzen karşıtlığında bir süper kahramanın yapacağı gibi, kıyafetlerini değiştiriyor ve sokağa kendini kurtarmaya çıkıyor. Fakat çiğnenmeyip de yutulan şeyler gibi bu karakterde olmayan bir şey var. Biraz kartondan mı? Tam tanıyamıyorum onu, tam anlayamıyorum. Sanki pank kıyafetleri üzerine öylesine konmuş gibi. Karakterde derinlik bulamıyorum.
Bazı güzel kareler görüyorum, arada güzel sözler işitiyorum. Yine dikkatimi tam veremiyorum. Bazı parçalar; kendi özgürlüğünü arayan bir adamın hapishane projesi yapması, yapmaktan mesulken yıkma videoları izlemekten hoşlanması, kadının yüz maskesi, Berhudar Bey konuşurken sinek vızıltısı gelmesi, Beyoğlu’nda dolaşan bir punk, işgal evinde mini bir “burning man”, erkeklerin kadınlara karşı hayattaki turist rehberi rolü... Bazı güzel parçalar. Bütünlükteki yerlerini algılayamıyorum. Çok etkilenmiyorum. Açık sekmelerden birine dönüyorum. Uzayda sürüklenirken dinlenecek şarkılar. İşte üzerine okumaya değecek bir başlık...
Sis var. Kafalar bulutlu. Erişmek her zamankinden daha zor. Ya da hep böyleydi de hiç bu kadar ayyuka çıkmamıştı. İyi. Evrim içerisinde üzerime düşeni yapmaktan başka derdim yok şu an. Ya da biraz fazlasını. Bir tık daha iyisini. Umarım.
Oyunculuklar hiç değil ama karakterler sinirimi epeyce bozuyor. Sis hakkında düşünüyorum. Hissetme yetisini kaybetmiş kalplerimizden bahsediyor, ya da düşünemeyen beyinlerimizden mi? Sinapslar arası emir yağıyor; ama göz gözü görmüyor. Ne yaptığımızın hiç farkına varamıyoruz. Abartılı mı? Bu neyin metaforu?
Bir de bozulan doğal denge var. Bir arkadaşım geçenlerde felaket senaryoları artacak demişti. İşte bu o olmalı. Bir yandan her yeri sis kaplamışken, bir yandan da insanın günlük, küçük, önemsiz telaşları bütün önemiyle devam ediyor. Kimse burada ne olduğunu görmüyor gibi; ama bağıra bağıra gelen bir felaket var. Ya da göz görmeye görmeye. Çünkü sis var. Beyin sisi, ha-ha!
Bunu kutuplar soğuk havayı eskiden yaptığı gibi tutup muhafaza edemediği için Nisan ayının ortasında, kutuplardan kopup gelen dördüncü soğuk hava dalgası baharı bekletirken yazıyorum.
Neyse, dijital dünyada Türkçe diziler artık yeni bir evren oluşturmuş olabilecek sayıdalar. Yeni bir piyasa oluştu. Tv dizileriyle karşılaştırınca nitelik olarak oldukça yükseklerde bu işler. Tabii en azından izlenebilir seviyede pek çoğu. Tv dizilerine katlanamayanlar için sevilen oyuncuları, yönetmenleri görmek için sadece yeni bir film çıkmasını beklemek gerekmiyor. Gerçi bu dizi de pek olmamış gibi ya... Yavan bir tat var. Yine de izleyip hakkında olmamış diye ahkam kesebileceğim kadar iyi. Daha iyi hale gelecek mi diye sonraki bölümleri bekliyorum. Tempo çok değişmiyor. Pank babamız gerçek bir değişim geçirmiyor, panklığı içselleştirmiyor, olmuyor. Bir ileri bir geri korkakça yaşamaya devam ediyor. Bütün aile aynı şekilde. Bütün hepimiz aynı şekildeyiz... falan. Yavan bir tat var. Bu yazı yavan. Bir şey tam olmuyor. Yaşatmak istediğimiz karaktere istediğimiz canı veremiyoruz. Geri adım atıyorum. Sis var. Gelip hepimizi yutsun.
Dizinin bir yerinde yan karakterlerden biri ana karaktere gidip benim yaptığım eleştiriyi yapıyor. “Aaa!” diyorum, gönlüm alınıyor. Tam olduğu yok ama olmamış olduğunu söylemek de mümkün değil. Gidiyor ona "Sen canlı mısın?” diyor, “Ne oradasın, ne de buradasın.” diyor ikili hayatını kastederek.
Ne oradayım ne burada. İki taraftan da öbür tarafı gözlemlesin diye gönderilmiş bir ajan gibiyim. Sadece keyfini çıkarmaya çalışıyorum bazen. Sadece keyif çıkarmakla olmaz ki diyor öbür parçam. Ama keyfini çıkarmadan da olmaz diye ekliyor öbür öbür parçam. Tamam.
“Uysallar” da herkesin gerçeğini konuşmaya çalıştığı ama kargaşada hiç kimsenin bunu başaramadığı bir tuhaflıkla son buluyor. Herkes aynı yerde kalıyor. Kimse kutusundan çıkamıyor. Onların aynı noktada kalmalarını izliyoruz.
Yetmiyor. Çiğnemeden yutmuşum gibi hissediyorum. Tadını alamamışım gibi. Bende mi sorun, dizide mi bilmiyorum. Muhtemelen ikimiz de sorunluyuz.
Pank babanın ve diğerlerinin gerçek bir değişim geçirdiğini görmek istiyorum. Gözlerindeki bakış farklılaşsın, derinleşsin istiyorum. İki hayatı birbirine katmış, güzelce oranlamış. Uysallar fazlaca mavi, korkak bir kırmızı alıyor. Ben onlar kendi gerçeklerini yaşarken kimseye eyvallah etmesinler, buna gerek olmasın istiyorum. Bunu istiyorum. Güzel bir oran istiyorum. Hem mavi hem kırmızı ışığa avucumu uzatıyorum. İkisini de yutuyorum. Bu gün sanki biraz daha iyi. Biraz mor; ve iyi.
Uysallar kameraya aile pozu veriyor biterken. Bunlar hep poz. Güzel numara.
YORUMLAR