Yaşamak için ölümü sevmek

Etraf yaşam doluyken, yaşamın makyajlı hali insanın aklını çelerken, nefsiyle cilveleşirken, cazibesini ortaya sunarken yaşamın ölüm dolu da olduğunu, ölümle birlikte olduğunu hatırlamak kolay değildir. Elbette ki kabul etmek de…


Yaşamın içindeki ölümden ziyade, hareket halinde olan, canlı görünenler gözümüze çarpar. Belki de bu yüzdendir yaşlanma karşıtı ürünlere dört elle sarılmamız. Kendimizi de ölüme yakın görmekte zorlanmamız…


Yin’in içindeki Yang gibi, Yang unsurların içindeki Yin unsurlar gibi… Yaşamın içindeki ölüm de ilk bakışta görünmez gibidir.


Bazı insanların yaşamında, ölüm veya ölümler gayet nettir ve tam orta yerde durur. Bazılarında ise biraz daha seyreltilmiş bir gerçek halindedir. Örneğin bir çocuğunuz varsa, size yaşamı her an hatırlatır. Siz ölü gibi dolaşsanız da bazen, çocuğunuz tam bir yaşamdır ve yaşamın ta kendisidir. Gözünüzün önünde, yaşamın bir temsilcisidir ve sizi de yaşamaya zorlar bir nevi. Sizin içinse çocuk doğurmak ve büyütmek de bir nevi ölümdür, yeniden doğmak ve her gün içinizdeki bazı parçaları öldürmeyi, bazılarını bebek gibi büyütmeyi gerekli kılar. İşte tam da bunun gibi, ölüm ve beraberindeki her şey de aslında yaşama dairdir. Çocuk büyütmeye dair her şeyin aynı pakete dahil olması gibi, ölüm ve beraberindeki her şey de aslında yaşama dairdir. Çocuğa dair ne varsa kabul etmeye mecbur kalırız, aksi halde yaşam olmaz. Kan, ter, göz yaşıyla başlayan bu yolculuk aslında yaşamın ta kendisinin ne olduğuyla ilgili harika ipuçları verir.

Ölüm de yaşama dair.

Bunu kabul etmek zor olsa da...


Ölümü her gün hatırda tutarak yaşamak iç karartıcı ve hatta gereksiz bir fikir gibi görünebilir. Yakınları ölen veya ölmeyi bekleyen kişilerin gündeminde olması gereken, durup dururken gündelik yaşama katılması gerekmeyen bir tavır gibi gelebilir. Halbuki ölüm sadece son nefesi vermeye dair bir kavram değildir. İçimizde bir şeylerin ölmesine, bazı kabullerin gerçekleşmesine izin vermek de haşa, ölüme izin vermenin ilk adımı olabilir ve insan nefsi için oldukça iyi bir terbiye yoludur. Ölümle ilişki kurmanın fonunda koyu renkler ve cenaze marşının olması şart değildir.


Yaşamı sevmek için ölümü de sevmek gerekebilir. Ölümü sadece insan ölümü olarak görmemek ve ölümü bir kavram olarak adeta sevmek, yaşamı sevmenin bir parçası olabilir.

Bunları en azından konuşmak, kabule açık olmak kolektif zihin sağlığımızda bir nebze dönüşüm sağlayabilir. Sadece yas yaşayan, konuyla ilgilenen kişilerin ve bu konuda çalışan şifacıların meselesiymiş gibi görülmek yerine, günlük yaşam geleneklerinin bir parçası haline gelebilir. Böylece ölüm gerçekten doğallaşabilir. Ölüye bakamamak, ölüm beklenen koşullarda bile onun hakkında konuşamamak, yaşamı tüm parçalarıyla kucaklamanın önünde bir engel olabilir.


Bunlar artık daha fazla konuşulabilir.


Ölümü görmeye hele bir niyet edelim.


Ölülerini evlerinin altına gömen geçmiş toplumlardan ilham alabiliriz. Medeniyetin geldiği noktada nihai doğrulara bizim sahip olmadığımızı fark edebiliriz. İnsanlığın en üst mertebesine ulaşanın bizler olmadığını görebiliriz. Bir saksı çiçeğine ne yaparsak yapalım bir gün ölebildiğini konuşmakla başlayıp, kontrolün bizde olmadığını, bizim ancak eşlikçi ve yoldaş olabildiğimizi hatırlayabiliriz. Belki bir süre sadece bu gerçekle durabilir, bununla durabilmek üzerinde çalışabiliriz. Bilinçaltında, psikologların güncel tabiriyle bilinçdışında pusuda bekler gibi duran duyguları görüp onları yeni doğmuş bir bebek gibi kucağımıza alabiliriz. Duyguları doğurmaya ve kucaklamaya, ölümle ilişkimizden başlayabiliriz.



"Şaşar Veysel işbu hale

Gah ağlaya gahi güle..."



Ölüm bize yaşamı sevdiriyorsa eğer,

O da sevilmeyi bir nebze hak ediyor olabilir.


Kabulü canlı tutmak zor olsa da kabule geri gelmek, günlük bir pratik haline gelebilir.


Çocuğumuza, sevdiğimize bakarak ölümün varlığını kabullenmek en zoruyken, bu kabul insanlığa ve insan nefsine verilmiş en büyük imtihanlardan biri olabilir. Yaşama dört elle sarılırken ölümü yok sayarak değil, o ihtimal her gün bizimle birlikteyken yaşamaya devam etmek en büyük eşiğimiz olabilir.


Havada ölüm arttığında, git gide yaklaşıyor gibi hissettirdiğinde veya tam tersi, hiç yokmuş gibi davranma eğilimi arttığında bu eşikten geçmenin zamanı gelmiş olabilir. Varoluşçu psikolojinin öne sürdüğü 4 temel korkudan biri olan ölüm korkusuyla daha gündelik bir ilişki kurmamız çok şeyi kolaylaştırabilir.


Ya ölümle ilişkimize bakıp yaşamı yeniden ele alırız... ya da ölümden korkar durur, bu korkuyla yaşama sarılmak uğruna aşırılıklara savrulup başka yaşamları da tehlikeye atarız. Varoluş ise insanın uçlarda gidip gelme hallerinden, insan aklının kavrayabileceğinden çok çok daha büyüktür.


Bu yıl havada ölüm var. O zaman tam zamanı, ölümle ilişkimizi dönüştürmeye... En büyük korkumuza “Merhaba, buradasın, seni görüyorum, varlığını kabul ediyorum” demeye…


Ölüm var.

Bu kabulle ve bu bilgiyle her yeni güne uyanmak nasıl olurdu?

Bunu sembolize eden bir mumu her sabah yakmak veya ölümü hatırlayarak, yaşama şükrederek, bildiğimiz şekilde her gün dua etmek, bir yakınımızı kaybetmiş olmadan önce de günlük pratiğimiz olsa nasıl olurdu?

Çok öğretici ve dönüştürücü olabilirdi, ne dersiniz?

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.