Kaçmak, kaçabilmek…
Son aylar çok şiddetli geçiyor. Hastalıklar, üst üste çalan ve can sıkan telefonlar…
Arkın “iki gün kaçalım” dediğinde uçarak kabul ettim. Hani “hemen” dese sırt çantası hazırlayıp çıkabilirdim.
Biz üçümüz, arkadaşımız ve çocukları iki gece mini bir kaçamak yaptık. Hoşköy, Kıyıköy, İğneada… İstanbul’a yakın ama uzaktaydık. Bu kez kendime söz verdim. “Düşünmek yok” sözü.
Çünkü bazı şeyleri ne kadar düşünürsen düşün çözemiyorsun, senin yapacağın bir şey olmuyor ve üzüntün, mide sancın katlanarak artıyor.
İnternetten bakıp Hoşköy’de bir pansiyonda kaldık, Pınar Pansiyon. İğneada’da ise Longoz Hotel’de. Oda temiz olsun, tuvalet temiz olsun, kaldığımız otelden başka beklentimiz olmuyor. Zaten hep dışarıda oluyoruz, geç saatte giriyoruz.
Bu kez, düşünmeme sözünü tutmayı başardım. Çocuklarla olunca bunu yapmak daha kolay. Sadece büyüklerle olsak, konu bir şekilde tatsız meselelere geliyor. Fakat çocuklarla zaman geçirince oyun oynuyorsun, dans ediyorsun, sohbet ediyorsun. Onlar büyük keyif alırken sen de kendini iyileştiriyorsun. Onlar gibi bakabilmek istiyorum hayata. Hani bazı şeyleri anında atıyorlar ya kafalarından, işte onu yapabilmek istiyorum.
Tam “ben iyiyim” derken, son akşam yemekte bir mesaj geldi Facebook’a. Bir paylaşım isteği. Sosyal medya hesaplarım kalabalık olduğu için çok talep geliyor haliyle. İmza kampanyaları, yardım çağrıları. Elimden geldiği kadar paylaşmaya çalışıyorum. Ancak benim de kurallarım var. Haksızlık olmasını istemediğim için, mesela, imza kampanyasını paylaşmadıysam kimseninkini yayınlamıyorum. Maddi yardım çağrılarının valilik izinli olmasına özen gösteriyorum, kimse mağdur olmasın diye. Valilik izinli değilse arkadaşlarıma yazıyorum, beraber bir şey yapmaya çalışıyoruz. Kan grubu çağrılarını zaten anında yayınlıyorum. Bazen ne oluyor biliyor musunuz? Mesela, geçen aylarda Instagram’da bir mesaj geldi: “Çocuklarıma çok zor bakıyorum, ihtiyaçlarını alamıyorum. Kocam işsiz. Saatiniz çok güzelmiş, bana verir misiniz?” Dondum okurken. Sandım ki kıyafet isteği olacak, kırtasiye talebi olacak. Şaşırdım kaldım. Cevap vermedim. Hatta çok sinirlendim, engelledim. Çocuklarına bakamadığını yazıp saatimi istiyor. Direkt “Bana verir misiniz?” diyor. Ben annemde gördüğüm ruj için “Bana verir misin?” demezken… Sosyal medyadan bu tip çağrılar geldiğinde hep aynı cevabı yazıyorum: “Akıllı telefonu, internet olmayan o kadar çok bildiğim aile var ki onlara yardım ediyorum.” Çünkü profillerine girip baktığımda aktif kullandıklarını görüyorum. Yazan kişi gerçekten ihtiyaç sahibiyse markalara yazıyorum, beraber nasıl yardım edebiliriz, onu planlıyoruz. Kadın girişimciler destek istediklerinde de yayınlıyorum el emeği ürünlerini… Hem de seve seve. Bir de bazı zincir markalar var, onları yayınlayamıyorum işte. Her gün on tane istek geliyor, birini paylaşsan diğerine haksızlık.
Geçen akşam gelen mesaj da bir yayınlama talebiydi. Şehir dışında olduğumu, okuyamadığımı, bir de benzer talepleri yayınlamadığım için diğer herkese haksızlık olacağını söyledim. Zaten canım çok sıkkın olduğum için uzaklaştığımı, o sırada gerçekten bakamayacağımı yazdım. Hatalıyım, yazmasaymışım. Mesajlar, cevapsız kalmak istemediğimden, hepsine döndüğümden yazmıştım aslında. İşte sonra kötü yazışma başladı. Çocuk duygularından anlamadığımdan tutun da “inşallah Allah size de benzerini yaşatır”a kadar üst üste cümleler duydum. Ben o sırada ailemle olduğumu yazıyorum, karşıdan bana kötü niyet yağıyor. Durum farklıymış. Bunu sonradan yazdı karşımdaki kişi. Neden baştan söylemediğini, hemen yardımcı olacağımı söyledim, oldum da. Ancak çok ağrıma gitti. Anlayışsızlıkla suçlanmak, beddua yemek… Ben de ilk kez sakin cevap vermedim. Sonuçta insanım ve sakin kalamadım. Bir insan çocuğu için her şeyi yapar evet ama bir başka anneye beddua etmez. Buna aşırı sinirleniyorum. Sonra uzun uzun yazdım. En sonunda da “keşke beni tanısaydınız” dedim. Gerçekten keşke tanısaydı. Keşke asıl sorunu en başta söyleseydi. O zaman ne konu uzardı ne de biz ailece beddua yerdik! Karşıdaki kişinin de canı sıkıldı evet ama yaşadıklarımı, hissettiklerimi tarif edemiyorum şu anda.
Yukarıda da dediğim gibi sanırım hata bende. Kendimi açıklamaya çalışmamam gerekirdi. Cevap vermemem gerekirdi. Varsın, birileri kötü sansın. Varsı,n birileri ukala desin. Arkın buna çok kızıyor. “Bırak öyle bilsinler seni, ne kaybedersin?” diyor. Haklı da… Cevap vermemem lazım. Çünkü bazen ne dersen de, yiyorsun o bedduayı. Tatil akşamında yemek burnumdan geldi. Gözlerim oldu, boğazım düğümlendi. Beddua yemek, birinin sana kötü niyetler sıralaması kolay kaldırılan bir şey değil.
Herhalde dışarıdan şöyle görünüyor. Sen bir makinesin, özel hayatın yok, canını sıkan hiçbir şey olmuyor. Tek işin gelen tüm talepleri filtrelemeden paylaşmak! Çocuğunun kıyafetini isteyene göndermek, saatini isteyene hemen vermek. En sinir olduklarımdan biri de kitap istenmesi. İnternette düşmüş 10 TL’nin altına ikisi de (Manyak Anne, Kocam Hâlâ Sevgilim Mi?) benden hediye isteniyor. Para verip alana ayıp, yazıp emek veren bana ayıp…
Sosyal medyayı çok seviyorum, geçen gün burada yazdığım gibi sizlerle paylaşmaya bayılıyorum fakat işin bir de bu yönü var. Düzenli gelen beddualar, suçlamalar. İşte onları affedemiyorum… Hayatımda olup bitenleri bilmeden yazılması çok ağır.
Sosyal medyaya da çok anlam yüklüyorum sanırım. Bir işbirliği yaptığımda her şey kusursuz olsun istiyorum. “Fotoğrafı yayınla, geç” yapamıyorum, ki yapanlar var, biliyorum. “Marka bizim yaşantımıza uyuyor mu, fayda sağlıyor mu?” gibi onlarca filtrem var. Metin de düzgün olmalı. Kendi kendime Türkan Şoray misali kurallar belirlemişken haksızlık yapıldığında burnumdan geliyor her şey. Çareyi Facebook sayfamı mesaja kapatmakta buldum. En azından bir süre böyle gitsin.
Tatil şahaneydi, güzel kaçamaktı, ancak sıkıntıdan kaçarken bir başkasına yakalanmamak mümkün değil, bir kez daha gördüm.
YORUMLAR