Gece yarısı geçirdiğim ağır gribin etkisiyle kan ter içinde uyanıp bir bardak su içmek istedim ve evdeki damacana tüy kadar hafifti. O an öfkeyle karışık gelen çocukluk hatıralarım bana musluktan su içebildiğimi hatırlattı ve hatta neredeyse eminim buna… Ne oldu da en temel ihtiyacımızı karşılamak için para ödemek zorunda kaldık? Nasıl oldu bu iş yani…
Türkiye’de suyun hikâyesi son otuz yılda sessiz ama çok derin bir dönüşüm geçirdi. 1990’larda milyonların çeşmesinden akan su içilebilir kabul edilirken, bugün su içmek neredeyse özel bir tüketim eylemine, ekonomik bir tercihe ve hatta sınıfsal bir göstergeye dönüşmüş durumda. Bir zamanlar kamusal bir hak olan içme suyu, artık büyük bir endüstrinin elinde, raflı bir ürüne dönüştü.
Bu dönüşüm tesadüf değil; çok katmanlı bir sürecin sonucu.
Suyun endüstriyelleşmesi: Nasıl bu noktaya geldik?
90’ların başındaki kuraklık, büyük şehirlerde suyun medeniyetin en kırılgan halkası olduğunu hatırlatan ilk büyük şoktu. İstanbul başta olmak üzere pek çok ilde su kesintileri yaşandı; bulut tohumlama gibi yöntemlere başvuruldu. Bu dönem, musluk suyuna yönelik ilk büyük güven kaybının miladı oldu.
2000’lerle birlikte şehir popülasyonun artması ve altyapının yenilenememesi, kamunun suyu arıtmasına rağmen “şebekede kirlenme” sorunlarını büyüttü. Devasa şehirlerde arıtılmış suyun evlere ulaşması için on binlerce kilometrelik, çoğu 40-60 yıllık eski borulardan geçmesi gerekiyordu.
Türkiye’de musluk suyuna dair paradoks büyüdü
Bugün İSKİ, suyun tesislerden çıkarken AB, WHO ve EPA standartlarında olduğunu söylüyor. Bu teknik olarak doğru ancak mesele, suyun “çıktığı anda” değil, “evlere ulaştığı anda” neye dönüştüğü.
Arıtma tesislerinden çıkan su dünya standartlarında fakat halk yine de güvenmiyor. Neden peki?
- Eski şebekeler: 23.000 km’yi aşan İstanbul şebekesinin önemli bölümü eski. Arıtılmış su, borularda kirlenebiliyor.
- Kayıp-kaçak oranı: Yıllarca %30–40 seviyelerinde seyretti; bu rakam OECD ortalamasının çok üzerinde.
- Tarihsel travmalar: 90’ların kuraklık dönemi hâlâ toplumsal hafızada.
- Saydam olmayan denetimler: Test sonuçlarının şeffaf ve düzenli paylaşılmaması, “veri var ama görünür değil” algısını besliyor.
- Politik kutuplaşma: Kamu kurumlarına duyulan güven genel olarak zayıflamış durumda.
Bütün bunlar birleşince, “musluk suyu içilir ama içilmez” gibi bir ikilik doğdu. İşte endüstrinin doğduğu yer burası: Türkiye’de bugün 350’den fazla ambalajlı su markasının bulunması bu yüzden şaşırtıcı değil.
Dağ eteklerinde, şehirden uzak bölgelerde kurulan tesisler, “doğallık” ve “arı su” imajı üzerinden toplumsal algıyı tamamen değiştirdi.
Devletin arıttığı suya karşı duyulan güven zedelendikçe, özel sektör tarafından paketlenmiş “doğal kaynak suyu” idealize edildi.
Suyun sınıfsallaşması: Kim ne içiyor?
Araştırmalar, toplumun yaklaşık %19’unun içme suyunu satın aldığını, geri kalan büyük çoğunluğun ise musluktan veya diğer kaynaklardan su içtiğini gösteriyor. Su, bir anda “sağlık kaygısı” üzerinden sınıf göstergesine dönüştü. Artık “hangi suyu içtiğiniz” gelir düzeyinizle doğrudan ilişkilendiriliyor.
Bu durum Türkiye’de suyun artık bir “sosyoekonomik gösterge” hâline geldiğini işaret ediyor:
- Üst ve orta sınıflar → markalı pet şişe ve damacana
- Alt gelir grupları→ musluk suyu
- Diğer → nereden gelirse (hayratlar gibi)Bu, aslında bir halkın kamusal altyapıya duyduğu güvenin aynası.
Kamu güveninin erozyonu
İSKİ’nin Terkos ve Sazlıdere’den aldığı suyu arıtma tesislerinden geçirmesi teknik olarak kusursuz olabilir. Ancak suyun yolculuğu tesisle başlamıyor, evle bitmiyor; yolun en zayıf halkası şebeke.
- Eski demir borular
- Ev içi tesisat farklılıkları
- Eski binalardaki paslı depolar
- Kentsel dönüşüm gecikmeleri
Bu nedenle Türkiye’de musluk suyunun içilememesi bir arıtma sorunu değil; bir altyapı sorunu olarak da karşımıza çıkıyor.
Ekonomi–Toplum–Endüstri Üçgeni
Büyükşehirlerde yaşanan altyapı problemleri bu pazarın en büyük destekçisi oldu. Çünkü insanlar satın aldıkları suyun arkasında ölçülebilir bir “test”, “tahlil”, “etiket” görmek istiyor. Suyun endüstrileşmesi sadece sağlık değil, aynı zamanda büyük bir ekonomik dönüşüm yarattı. Su artık bir “meta”, bir “ürün”, bir “pazar segmenti”.
Şöyle kuş bakışı göz atalım:
- Milyarlarca litrelik ambalajlı su pazarı
- Damacana dağıtım zincirleri
- Lojistik ve depo yatırımları
- Reklam ve marka ekonomisiKamuya güven azaldıkça özel sektör daha güçlü hale geliyor.
Sonuç: Bu su krizi değil, “güven” krizi
Özetle: Türkiye’de musluk suyunun içilememesi, teknik bir problemden çok daha karmaşık bir hikâye.
Üç katmanlı bir kriz:
1. Altyapı krizi – eskimiş şebeke
2. Güven krizi – kamuya duyulan inanç kaybı
3. Sınıfsal kriz – suyun satın alınabilir bir ürüne dönüşmesi
Her toplum, güven duyduğu kamusal hizmeti kullanır. Türkiye’de ise halkın büyük bir çoğunluğu en temel yaşam hakkı olan suyu, devletten değil özel sektörden satın alıyor.
Bu, yalnızca bir içme suyu meselesi değil. Aynı zamanda modern Türkiye’nin şehirleşme sürecinin, ekonomik eşitsizliklerinin ve kamusal güven sorunlarının hidrolize hâli.
Bu sorunların üzerine bir bardak soğuk su içilir.