Kadının gölgelendirilmiş tarihi
“Amcari şehrinde bulunuyordum. Şehir emiri, şehir çevresindeki haydutlarla çetin bir savaşa girdi. Haydutlardan yedi kişi öldü. Bunlardan üçü evliydi. Onların hanımı olan üç kadın kendilerini yakmaya karar verdiler.
Bahsettiğimiz üç kadın kendilerini ateşe atmaya karar verdikten sonra üç gün yiyip içtiler, güldüler, eğlendiler. Dördüncü günün sabah alacasında her birine birer at getirildi. Tepeden tırnağa süslendiler, güzel kokular süründüler ve atlara bindiler. Akrabaları da yanlarındaydı.
Bu kadınların kendilerini ateşe nasıl attıklarını görmek için arkadaşlarımla beraber ben de ata bindim, yola koyuldum. Üç mil kadar beraber gittik. Sonunda suyu ağacı bol, gölgelik bir yere vardık. Ağaçlar arasında neredeyse hiç güneş ışığı görmeyen bir havuz bulunuyordu.
Oraya geldiğimizde üç kadın da havuza dalmıştı. Üzerlerindeki güzel elbiseleri ve süsleri çıkararak yoksullara dağıttılar. Kaba pamuk kumaşlara sarındılar. Çukur bir yerde ateş yakıldı. Ateşin üstüne susam yağı döküldü. Alevler iyice arttı. Çevrede on beş kadar adam vardı, ellerinde çalı demetleri ve kütükler bulunuyordu. Yakılacak kadının gelmesini bekleyerek ayakta duruyorlardı. Kadın yavaş yavaş ilerlerken ateşi görüp ansızın korkuya kapılmasın diye erkekler ellerinde tuttukları büyük bir perde ile kızıl alevi örttüler. Yakılacak kadınlardan biri onlara yaklaşıp, sert bir hareketle örtüyü ellerinden çekti aldı ve gülerek ‘beni ateşle mi korkutuyorsunuz, onun ateş olduğunu biliyorum, bırakın beni’ dedi.
Sonra ateşe saygı amacıyla ellerini başının üstünde bağlayarak vücudunu alevlere bıraktı. Adamlar ellerindeki odunu ateşe atmaya başladılar. Diğerleri de kadın hareket etmesin diye odunları tam üstüne yığdılar. Feryatlar arttı. Bu feci manzarayı görünce baygınlık geçirdim ve az kalsın atımdan düşecektim. Yüzümü yıkadılar da kendime geldim, derhal oradan döndüm”…
Ünlü seyyah İbn-i Battuta, gezilerinin Hindistan’da geçen bir bölümünü anlatırken, dul kalan kadının törenle ateşte yakılmasına tanık olmuş ve bu korkunç manzara karşısında baygınlık geçirmiş.
Ben de gazeteci-yazar Gülay Kılıç Özmen’in Hermes Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı “Kadının Gölgelendirilmiş Tarihi”ni okurken, tarih boyunca kadınlara uygulanan akıl almaz baskıları, kısıtlamaları, ölüme kadar varan şiddeti, adaletsizlik ve haksızlığı bir kez daha görünce, zaman zaman Battuta’nın ruh halinin aynısını yaşadım.
Gülay Kılıç Özmen, kitabında çeşitli dinlerdeki “yaratılış” bölümlerinden yola çıkarak, kadınların nasıl “ikinci sınıf insan” durumuna getirilmeye çalışıldığını, kadınların bu sinsi ve acımasız girişimlere karşı nasıl direndiklerini, kısacası kadınların onurlu savaşlarını, insanı gerçekten allak bullak eden örneklerle anlatıyor.
İlk kitabı “Meme”de sergilediği görüşlerle büyük ilgi toplayan Gülay Kılıç Özmen, bu yeni kitabında kadının dinler ve yasalar karşısındaki durumunu, tarih öncesi ve günümüz toplumlarında kadınların yerini, erkeklerin kadınlara niçin hep “gizemli ve korkutucu bir varlık” olarak baktıklarının nedenlerini inceliyor. Lilith, İnanna, Hathor gibi kadın tanrıçaların, “cadı” diye yakılan kadınların, “Medusa”nın gerçekte kim olduklarını anlatıyor.
Bir inceleme ve araştırma kitabı olmasına rağmen, bir roman tadında akıp giden kitabı okurken, ben de şunları düşünüyorum…
Juhanna İncili, “İlk başta kelam vardı” diye başlar. Yani önce söz vardı. Yaratılan ilk insan, önce konuştu, onun sözleri oldu. Peki kimle konuştu ilk insan? Kendi kendine konuşmayacağına göre, kendisi gibi bir başka insanla konuştu.
Demek ki iki kişiydiler. Birbirleriyle konuştular. Evet ta başından beri iki insan vardı. Bir kadın bir de erkek. Eşit yaratılmışlardı. Birbirlerine en küçük bir üstünlükleri yoktu ve zaten böyle bir sorunları da yoktu.
Çoğaldılar. Hep birlikte sıkıntılara göğüs gerdiler. Ava, savaşa birlikte gittiler. Eşittiler.
Zaman aktı. İnsanlar çoğalmaya devam ettiler. Kadın ile erkek hala eşittiler. Yeryüzündeki yönetimde de eşittiler, gökyüzündeki yönetimde de. Yeryüzünde, imparatorların yanında imparatoriçeler de vardı. Kralların yanında kraliçeler de.
Gökyüzünde de ilahlar da vardı, ilaheler de. Bollukta da kıtlıkta da eşittiler. Cinsleri yoktu. Sadece insandılar.
Sonra, yavaşça bir şeyler değişmeye başladı. Sinsi bir değişimdi bu. Erkek bahaneleri artmaya başladı. Zeus’un elindeki ateş, şimdi kadınları yakıyordu artık. Savaşların genişlemesi, ele geçirilen yeni toprakların yönetimi, doğumların artmaya başlaması, “annelik” kavramının, başlangıçtaki o kutsal durumundan bilinçli olarak çıkarılıp, “zorunlu bir görev” haline getirilmesi…
Sanki her şey birdenbire oldu. Başlangıçtan beri erkekle eşit olan kadın, ansızın ikinci sıraya itiliverdi. Dini kurallar, hukuki düzenlemeler, gelenek, görenek, örf, toplumsal düzen derken, kadın bir anda ikinci sıraya konuluverdi.
Kısa bir süre önce çocuk doğurduğu ve onu yaşattığı için kutsal kılınan, gökyüzündeki tanrıçalara benzetilen kadın, bir anda kendini eve kapatılmış, toplumdan dışlanmış bir halde buldu.
Kadınların büyük çoğunluğu bu dayatmayı mecburen kabul etti. İsyan edenler de oldu elbette. Böylece bir tarih doğdu. Bu tarih, resmi öğretilerde yer almadı. Erkekler buna izin vermediler. Oysa insanlığın asıl tarihi buydu.
Bu tarih, kadınların “var olma” savaşlarının tarihiydi. Yanlış anlaşılmasın. Kadınlar asla intikam peşinde koşmadılar. Ne geçmişte ne de günümüzde onların bir “öç” hesapları olmadı. Kadınlar sadece ve sadece “haklarının teslim edilmesini” istediler ve istiyorlar.
Kısacası diyorlar ki, “Fotoğrafta Kadın da Var”.
Hepsi bu işte…
YORUMLAR