Haydarpaşa için bir ağıt
Havada yoğun bir ayrılık kokusu vardı. Artık “iki başlarına yürüyemeyeceklerini’’ anlayan, iskandili güvenli yufka sulardan bıkıp, bundan böyle kuşkulu bir lunapark uğultusunda kolan vurmak isteyen, nereye giderse gitsin bu şehrin arkasından geleceğini bilmesine rağmen, yine de gitmek zorunda kalan yüzlerce insanın, hayat hayhuyunda adları “tutunamayanlar’’ hanesine yazılanların kokusuydu bu. Umutsuz ve zorunlu olarak ayrılanlar ya da yeni bir umudun peşinde geçici olarak ayrılanlardan yükselen kurşun gibi ağır bir kokuydu bu.
Arada tek tük buluşanlar da vardı ama o garda asıl olan ayrılıktı. Ebemkuşağı renklerle bezenmiş nakışlı tavanları göğe doğru yükselen ve renkli camlı kapılarından yosunlu bir Marmara kokusu giren kocaman tren garında, elle tutulur bir ayrılık kokusu vardı.
Hüznün bütün renklerini kanatlarında taşıyan mahzun kumrular, cümle kutsal kitaplarda adları geçen Ebabil kuşları, ana kucağı gibi gördükleri denizle, günlük nafakalarını çıkardıkları bu soluk sarı taş bina arasında bir seçim yapamadıkları için bir ona bir buna uçan martılar, Picasso çağrışımlı güvercinler, serçeler de duyuyordu bu ayrılık kokusunu ve o nedenle de vesveseli bir durgunluk içindeydiler.
Gara çığlık çığlığa trenler giriyordu. Gardan ağır ağır hüzün yüklü trenler çıkıyordu. Herkesin “onu sarma yoksa kaybolursun’’ diye uyarmasına rağmen yine de boynuna o yeşil fuları sarmış olan çocuk, peronlarda mızıka çalarak dolaşıyor ve içinde kaybolacağı bir gece treni arıyordu. Yeşil fularlı çocuk, yıllar geçtikçe hiç de istemediği halde büyüyecek, Atilla İlhan olacak ve “yanar mor zambaklar buğulu gece lambaları / bir katar kaybolur Haydarpaşa Garı’ndan / bırakıp gümüş çığlıklarını tel tel ardında’’ diye yazacaktı.
Havada elle tutulur bir ayrılık kokusu vardı. Gecede kör hatlara çekilmiş boş trenler yatıyordu. Boş yere ılık soluklar arayan Behçet Necatigil adlı bir adam, terk edilmenin acısıyla vagondan vagona koşuyor, camların arkasındaki yorgun gözlü kadınlara “siz misiniz’’ diye soruyordu.
“Hisseli Harikalar Kumpanyası’’nın zenneye çıkan artisti, saatler sonra ulaşacakları “Anayurt Oteli’’nde unutacağı ve böylece otelin sahibi zavallı Zebercet’in aklını büsbütün karıştıracağı işlemeli havluyu bavuluna yerleştiriyordu.
“Birbirine benzemeyen’’ zencilerden James Baldwin adını taşıyan bir tanesi, biraz önce hareket etmiş trenlerden birinin arkasından öylece baka kalıyor ve ellerini gökyüzüne kaldırıp, “Ne zaman Gitti Tren?’’ diye sessizce dövünüyordu.
İri yarı, sarışın “mavi gözlü dev’’ adam, ellerinde kelepçe ile jandarmalar arasında sigara içip, biraz sonra bindirileceği treni beklerken, bütün ayrılıkların ve kavuşmaların buluşma yeri olan bu gardaki “insan manzaralarını’’ inceliyordu. Bahçesinde ebruli menekşeler hayal eden tekmil minnacık kadınların âşık olduğu adam, Haydarpaşa Garı’nda şöyle esaslı bir bahar başlatacak olan çilek kokularını düşünüyordu.
Gözlüklü, zayıf, efendiden adam da gardaydı. Adı Naci Tektel olan adam, biraz önce yağan yağmurun pırıl pırıl ışıklara boğduğu raylara bakıyor ve sadece kendisinin görebildiği bir sol minörlü porteye, “Uzayıp giden o tren yolları / Açılıp sarmayan yârin kolları’’ şarkısının düyek ritimli Saba notalarını yazıyordu.
Sayılarını kendisinin de unuttuğu ayrılıklardan birini daha yaşayan Cemal Süreya da, tren basamaklarına oturmuş insanlara bakıyor ve “Eşiklere oturmuş bir dolu insan /Keşke yalnız bunun için sevseydim seni” diye hayıflanıyordu.
Saçları saman sarısı bir kadın, kendisini uğurlayan erkeğe son kez baktığını bilmenin sızısını adama belli etmemeye çalışıyor, ona “biliyorsun ya hep bir ağrısı vardır gitmenin’’ dememek için kendini zor tutuyordu.
Biraz ötede, “Harbi Umumi’’yi kaybetmiş, ama umutlarını kaybetmemiş olan Osmanlı zabitleri, mecburen giydikleri sivil kıyafetlerin sıkıntısı içinde, savaşmak için gizlice kaçacakları Anadolu bozkırlarına kendilerini götürecek olan yük katarını bekliyorlardı. Daha şimdiden, ay ışığında gıcırdayan kağnıları ve kucağında bebekleriyle gece karanlığında cepheye mermi taşıyan Anadolu kadınlarını görür gibiydiler.
Peronlardan birine oturmuş Erkin Koray adlı muhteşem bir asi de bütün bu insanlara bakıyor ve “Elimde sarı madenden boru / Gidiyorum katarın gittiği yere doğru’’ diye bir şarkı söyleyip, “Om Mane Padme Hum” ritimli görünmez akorlar basıyordu.
İnanın bütün bunlar, yaşama serpiştirilmiş ayrı ayrı zaman dilimlerinde Haydarpaşa Garı’nda oldu. Ben bunları gördüm…
Şimdi Haydarpaşa ölmeye yatırıldı. İstanbul da üzülecek, trenler de. En çok da Haydarpaşa Garı’na bin bir umutla gelenlerle, burada ömrünün nice baharını ardında bırakıp gitmek zorunda kalanlar üzülecek.
Çünkü biliyorsunuz ya, hep bir ağrısı vardır gitmenin...
YORUMLAR