Önce anneye şefkat
Bir arkadaşım doğum yaptıktan bir hafta kadar sonra evine gitmiştim. Birçok kadın gibi perişan görünüyordu. Konuşmamızın ilk yarım saatinde sadece bebekten bahsetti. Emiyor, emmiyor... Emzik alıyor, almıyor... Uyuyor, uyumuyor... Olağan kaos dışında ters giden bir şey yoktu. “Peki sen nasılsın?” diye sordum, önce sanki çok tuhaf bir şey sormuşum gibi şaşkınlıkla duraksadı. Sonra “Bir haftadır ilk kez biri bana bunu soruyor” dedi ve birden hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Ben çok kötüyüm, hasta oldum” diye göz yaşlarının arasından derdini anlattı.
Meğer doğrumdan sonra hastalanmış, ateşi çıkmış, öksürüyormuş... Ve bilin bakalım ne olmuş? O ana kadar hiç kimse, ama hiç kimse, “nasılsın?” diye sormamış. Herkes sadece bebekle ilgileniyormuş, kimse evdeki hasta kadına en ufak bir bakım vermemiş. Hal böyle olunca o da kendi bakım alama ihtiyacından için için vicdan azabı çekerek bir kenarda öksüre öksüre kıvranmış. Çocuğuna bakmak için olmayan gücüyle debelenip durmuş.
Anadolu’da en azından lohusalık kavramının temsil ettiği bir anlam vardır. En azından, 40 gün lohusa kadının güçsüzlüğü kırılganlığı, aklının başında olmaması kabul görürü ona göre davranılır. Lohusa kelimesi ve temsil ettiği her şey ne yazık ki yavaş yavaş unutulmaya erozyona uğramaya başladı ve kadınlar kendi lohusalıkları ile baş başa kaldılar. Üstelik lohusalığın 40 gün değil bir yıl sürebildiğini anlamamıza rağmen.
Bebek merkezli doğum ve doğum sonrası yaklaşım ne anneye ne de bebeğe iyi geliyor. Devreleri yanmış annenin yanında birkaç tane aklı başında insan lazım; “sen nasılsın” diye soracak, akıl vermeyecek şefkat gösterecek, kendi konuşmayacak dinleyecek, “ay şekerim bunlar iyi günlerin” demeyecek, “geçecek merak etme” diyecek insanlar.
Özellikle baba ve yakın çevrenin işi öncelikle anneye bakmak. Siz anneye bakacaksınız ki anne bebeğe bakabilsin. Lohusa kadına bakım vermek, şefkat göstermek bir kültür meselesi. Ne yazık ki bizim kültürümüz bu konuda yol almak bir kenara, giderek mevcut kaynaklarını da tüketmeye başladı. Bazı gelenekleri modernlik aşkına postaladık ama yerine daha iyilerini koyamadık. Kuru, bireysel, dayanışmasız, mükemmeliyetçi bir çarkın içinde fare gibi dönmeye başladık. İşte bu çark da en çok birlikte olma, dayanışma, dayanma ihtiyacı duyulan alan olan lohusalık döneminde patlıyor.
Son söz;
Doğuran kadınların yüzde 75’i ilk bir yıl içinde lohusa depresyonuna giriyor. Bu o kadar yaygın ki, artık giren kadınlar neden giriyor diye araştırmak yerine girmeyenler neden girmiyor diye araştırma yapılır hale gelmiş. Yani sıra dışı olan doğuran kadının lohusa depresyonuna hiç girmemesidir. Uzmanlar bu kadınlar neden depresyona girmedi diye araştırmışlar, araştırmışlar ve sonunda ne bulmuşlar biliyor musunuz? Depresyona girmeyen kadınların eşleri tarafından çok iyi desteklendiklerini bulmuşlar.
Her yeni doğmuş tatlı bebeğin arakasında, depresyonda bir anne vardır.
Eğer yeni doğmuş bir bebeğin yakın çevresindeyseniz size tavsiyem hemen bebeğin sağına solun bakın. Oralarda bir yerde perişan bir kadın göreceksiniz. Bebeği yavaşça beşiğine bırakın. O kadına doğru yürüyün, gözlerinin içine bakın “sen nasılsın” diye sorun. Sonra da sıkı sıkı sarılın.
Önce anneye şefkat...
YORUMLAR