İnadına yaşamak, inadına paylaşmak

Daha dün gibi elime telefonu aldığımda annem-babamın ‘Allah aşkına n’apıyorsun bu Twitter’da’ dedikleri... Henüz bir saat önce okulda görüştüğü arkadaşıyla eve gelir gelmez mesajlaşmaya başlayan ergen gibi hissederdim öyle dediklerinde... Çok değil, bir sene öncesinde kadar Twitter başta olmak üzere sosyal medya dedikleri şeye birçok kişi –hele de bir üst nesil- mesafeli ve önyargılıydı.


Her şey bir Mayıs sabahı Gezi Parkı’ndaki çadırların yakılmasıyla değişti. Onu hemen izleyen süreçte yüzbinlerin sokağa dökülmesine önayak olan Twitter, o günden beri hem Türkiye’deki kullanıcı sayısını (benim annem ve babamı da içine alacak şekilde) ciddi anlamda genişletti, hem de işlevini değiştirdi.


2013 Mayıs ayının son haftasına kadar Twitter #FilmİsimleriniFasulyeyleDeğiştir gibi, eskilerin deyişiyle ‘’geyik’’, bugünkü jenerasyonun popüler tabiriyle ‘’goygoy’’un önde gideninin yapıldığı bir yerdi. Eğlenceliydi. Mavraydı.


Gezi Direnişi’nden sonra medyanın, en büyük toplumsal olayları bile penguen belgeseli göstererek saklayabildiğinin ortaya çıkması ve bunun buzdağının görünen ucu olduğunun anlaşılmasıyla birlikte Twitter da farklı bir fonksiyona büründü. Artık film geyiklerinin değil, eylem saatlerinin duyurulduğu, mahkeme çağrılarının yapıldığı, onlar olmadığı zamanlarda da medyada yer almayan haberlerin yayıldığı bir platform haline geldi.


İyi ki de geldi... Yoksa her geçen gün bir başka kamusal alanın talan edildiği, İstanbul’daki Validebağ Korusu’ndan tut, henüz geçen Mayıs’taki katliamdan bu yana madencilerin yasını tutan Soma’daki zeytinliklere varan kıyımdan nasıl haberimiz olacaktı? Ana akım medyanın, en azından ‘duyarlı’ dediğimiz kitle açısından inanılırlığını yitirdiği, gazetelerin sakladığı, en iyi ihtimalle çarpıtarak yayınladıkları haberler hakkında nereden fikrimiz olacaktı?


Twitter artık bu ülkede gerçekten olup biteni takip etmek isteyen kesim için medya haline geldi. Twitter’da yayın yapanlar ‘vatandaş gazeteci’, onları takip edenler de ‘okur’ oldu. Ali İsmail Korkmaz davasında olanlardan Torunlar’daki asansör kazasına, Validebağ Korusu’ndaki yapılaşmaya karşı çıkan mahalleliye yapılan polis saldırısına kadar her türlü gelişmeyi anında takip edebiliyoruz.


Bu, hem iyi, hem kötü... Kalabalığın olduğu her ortam gibi Twitter da suistimale açık. Aylar yıllar öncesinin haberlerinin temcit pilavı gibi ısıtılıp yeniden sunulması, olmayan gelişmelerin olmuş gibi duyurulması, ‘çamur at izi kalsın’ mantığıyla insanlara suçlamalar yapılması, linç kültürü, ... gerçekten enteresan olaylar... ‘Troll’ vakalarına girmiyorum bile...


Gündemi böylesine anlık takip edebilmek insanda bir gündem bağımlılığına da yol açıyor aynı zamanda... Gezi’yle birlikte başlayan ‘Twitter’a bakmazsam bir şeyler kaçırırım’ hissiyatını geride bırakmak çok kolay değil. Ve doğru, gerçekten de bir şeyler kaçırıyorsunuz: asansör düşüyor, kamyon üst geçide çarpıyor üst geçit yıkılıyor, metroda seyahat eden vatandaşa kalas giriyor, birileri köprüden atlıyor, onlar atlarken polis ‘selfie’ çekiyor falan...


Bunlar öfkelendiriyor insanı, çok öfkelendiriyor. İnsan hatası, ihmal, usulsüzlük sebebiyle hemen her gün onlarca can kaybı, bütün bunlar konusunda bırak istifa ya da görevden almaları, fıtrat, kader, kısmet, takipsizlik şeklinde ötelenmesi insanı sinirden çıldırtıyor. Bir yandan da korkutuyor: Acaba bana ne olacak? Her gün işe giderken ben de metroya biniyorum. Üst geçitten geçiyorum. Mahallemdeki tek park da yok olacak mı? Çocuğumu yürüyerek götürdüğüm devlet okulu bir sabah uyandığımda dönüştürülmüş olacak mı?


Ama ne oluyor, biliyor musunuz? Karanlık tarafa geçiyoruz. Biz de kötüleşiyoruz. Yıldız Savaşları’nın bilge jedi savaşçısı Yoda bunu şöyle açıklıyor:


Korku, karanlık tarafa giden yoldur. Korku, öfkeye; öfke nefrete; nefret ise acıya yol açar.


Hepimiz korkuyoruz. Kendimiz için, çocuklarımız için korkuyoruz. Ve fakat korktukça da işte bu kötü ‘galaktik imparatorluğun’ istediğini ona veriyoruz: Karanlık tarafa geçiyor, onun askerlerinden biri oluyoruz. Onunla, onun istediği ve belirlediği şartlarda savaşıyoruz.


Çare kendini gündemden soyutlamak değil elbet... Çünkü olan bitene ne kadar sırtını dönersen o kadar kıskacına alacak seni giderek... Hani şu ‘ıstakozların suyunun yavaş yavaş ısıtıldığı, böylece haşlandıklarını anlamadıkları’ örneğinde olduğu gibi...


Ancak çare gündemde boğulmak, takılıp kalmak hiç değil... Tüm bu olan bitene rağmen, ve aslında tüm bu olan bitenin İNADINA, daha çok okumak, daha çok yazmak, daha çok sevmek, daha çok gezmek, daha çok yaşamak, daha çok paylaşmak lazım ki içimizdeki aydınlığın ışığını yaymaya devam edebilelim.


Çünkü iyiler hep kazanır. Bir gün, mutlaka...

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.