"Tıp felsefesi hekimi tedavi teknisyeni olmaktan kurtaracak; kendini ve mesleğini sorgulaması yaratıcılığını canlı tutacak, önünde yeni ufuklar açacaktır" diyor Prof. Bilgin Saydam, Hekimin Filozof Hali adındaki yeni yayınlanan derleme kitabında. Kitaptaki 19 farklı yazıda, bu yazıların çoğu hekim olan yazarları tarafından tıbbın neden felsefeye ihtiyaç duyduğu ve felsefenin yokluğunda neye dönüşeceği sorgulanıyor...


2009-2015 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı olarak görev yapan psikiyatri profesörü Bilgin Saydam kitabın giriş yazısında tıbbın gelişim hızı ile beraber ortaya çıkan eksiklik duygusunun ve hekimin sahada yaşadığı aciliyet hissinin 'Kimim, ne yapıyorum, neyi, niçin, neye göre yapıyorum?' sorularına yoğunlaşacak zaman bırakmadığını oysa ki felsefesi olmayan hekimin ancak iyi bir teknisyen olabileceğini ifade ediyor. Hekimin Filozof Hali de bu ihtiyaç üzerine Tıp Fakültesi müfredatına eklenen felsefe derslerinin metne dökülmesinden oluşuyor. Bilgin Saydam Hoca'yı "Çapa" Tıp Fakültesi'nde ziyaret ettim. Bu söyleşi, o ziyaretten çıktı...






Hocam, sağlık nedir?

İnsanı ilgilendiren her şey için iki tanım gerekiyor: İnsan tanımlaması ve dünya tanımlaması. İnsan tanımına tıp açısından baktığımızda en sağlıklı durum bedensel ve ruhsal sağlığın olduğu haldir. Bunun içinde de kişinin hem birey olarak, hem de çevre ilişki içinde tanımlanması gerekir. Yani insanın kendini iyi hissetmesi ve bu sırada çevresiyle belli bir uyum içinde yaşamasıdır. Çevre derken bütün ekosistemi kast ediyorum.


Yani dış dünyayı hesaba katmayan bir sağlık olamaz; öyle mi?

Hayır. Sadece tıp için değil, her şey için geçerli bu. Kendimizi ilişki içinde tanımlıyoruz, ilişki içinde eyleme geçiyoruz, bir şeyleri algılıyoruz, yorumluyoruz ve eylemimiz de bu doğrultuda oluyor. En iyi sağlık durumu ne demek? Kişinin kendisini iyi hissetmesi, çevresiyle uyumlu olması. Biz insanlar eksik varlıklarız. Eksik olarak dünyaya geliyoruz. Hayvanlardan bizi en çok ayıran noktamız bu.


Beyin gelişiminin tamamlanmamış olmasını mı kast ediyorsunuz?

Sadece o değil her açıdan eksiğiz. Kürkümüz yok, kanatlarımız yok, hızlı koşamıyoruz. En eksik canlılar olarak dünyaya geliyoruz. Bir dereceye kadar kendi başımızın çaresine bakabilmek seneler sürüyor. Bu süre içinde de çevreyle etkileşim içinde ihtiyaçlarımızın karşılanmasını ümit ediyoruz. En iyi durumda dünyaya geldiğimizi varsaysak bile zaman içinde sürekli bazı kazançlar ve bazı eksilmeler var. Ve eksilme en sonunda gide gide ölüme varıyor.


Yani "sürekli sağlık" aslında varamadığımız bir yer mi? Belki içinden geçtiğimiz bir durum. Çünkü nihayetinde ölüm var.

Tabii. Zaten bazı felsefeciler "ölmek için yaşamak" yaşamak tabirini kullanıyorlar. Bu şimdilik böyle. Gelecekte ne olacak bilmiyorum. Beyinleri bir çipe yükleyip ölümsüzlük mü olacak? Bu da tıp felsefesinin konusu. Yaşantımızın dinamikleri bundan 1000 yıl öncesiyle aynı değil, 100 yıl öncesiyle bile değil.


Dünya Sağlık Örgütü gençliği "18-65" yaş arası diye tanımladı. Eskiden 65'e yaşlı denirdi. Gençlik, yaşlılık da değişen tanımlar demek ki...

Tıbbın, koruyucu yöntemlerin, farkındalığın gelişmesi, konforun artmasıyla gerçekten rahat bir yaşam sürüyoruz. Benim hayat standartlarım Roma imparatorunun yaşamından çok daha iyi. İnsan ömrü uzadı. Sağlık hali gelişti. Yavuz Sultan Selim gibi bir apseden ölmüyoruz artık.


Birkaç nesil sonra yaşam beklentimiz 150'yi bulur mu?

Organ nakilleri, 3D ile yazılan organlar; müthiş genetik çalışmalar var. Olabilir yani. Hem korkunç hem müthiş. Hem iyi, hem kötüye götürülebilecek bazı gelişimler söz konusu olabilir.


İnsan sürekli ölüme karşı ya da daha uzun yaşam için savaşıyor; tıp da bunun en önde giden piyadesi desek doğru mu?

Tıp bunun şövalyesi. Ölüme karşı savaşıyor. Ölümlülük demek, eksiklik demek. En büyük eksiklik. Bu eksikliğin tamamlaması ihtimali yaşamın hiç bitmemeye doğru hareket etmesi demek.

Yaşamın amacı sürekli kendini var etmek mi?

Ölümsüzlüğe doğru ve ama tabi sağlıklı bir ölümsüzlüğe. Bu ütopya. Buna varsak ne olacağını da bilmiyoruz, bunu isteyip istemeyeceğimizi de bilmiyoruz. Çünkü mitolojide ölemeyen ve bundan acı çeken kahramanları biliyoruz.





Dünyayı tüketir miyiz ölümsüz olsak?

100 sene sonra ne olacağını söyleyemem çünkü konseptler değişecek. Bilim kurgu filmlerinde romanlarında falan görüyoruz yani insan bir tekno yaratık haline mi dönüşecek? Yeni organlar eklenecek mi? Belki kendi kendisini onaran organ sistemleri gelişecek. Ve en uç noktada belki hiç bedene ihtiyaç duymayacağız. Zaten bizi en zayıf kılan şey bedene, maddeye mahkum olmamız. Maddeye mahkum olduğumuz için de ruh gibi bir kavramı icat etmişiz.


Ruhun icadı?

İnsanın en önemli keşfi ruhun icadı. Ben hala mağarada yaşamıyorsam, Jüpiter’e uydu yolluyorsam, zaman yolculuğunu düşünüyorsam, kara delikleri araştırıyorsam bu sürekli olduğumdan başka bir yerde olma isteği ve bunun mümkün olduğunu farz etmeyle mümkün. Bu da ancak maddenin dışında var olabileceğim ve orada maddeyi denetleyebileceğim ve kendime uyarlayabileceğim gibi bir varsayımla olur. Biz maddenin içindeyiz tıpta. Ama onu dışarıdan kontrol altında tutma ve kendi beklentilerimize göre uyarlama hamlesi de içindeyiz. Kabullenmeme hali bu.


Bu ifadedeki "ruh"u nasıl tanımlıyorsunuz?

Nöronal sistemlerin oluşturduğu bir kurgusal yapı. Dinsel bir ifadeden bahsetmiyorum. Bu kurgusal yapı üzerinden maddeyi etkilemek, maddeyi denetlemek, maddeyi yönlendirmek yani kendimi doğaya mahkum bırakmamak. Bunun içinde tıp da var teknolojik gelişmeler de var. Yani doğanın bana izin vermediği durumlarda da yaşamımı sağlıklı bir şekilde sürdürebiliyorum. Alaska’da yaşama koşulları bana uygun değilse de orada yaşayabiliyorum. Hastalıklara karşı bir takım yöntemler kullanarak, doğanın zararlı faktörlerini eleyerek yaşamımı uzatıyorum.


Doğanın belirlediği sınırları geçmekten bahsediyorsunuz?

Motor yaparak çitadan daha hızlı koşabiliyorum. Uçak ile kartaldan daha yükseğe uçabiliyorum. İnsan dışı canlıların yaşayamayacağı yerlerde yaşama imkanını buluyorum. Bunlar maddenin sınırlılığına isyan etmemle mümkün. Ve aynı zamanda onunla etkileşim içinde olmamla. Burada ekosistem işin içine giriyor. Yani maddeyi bütünüyle yok etmemem, bozmamam lazım; ki biz dünyaya bunu yapıyoruz. Aynı şey beden için de geçerli. Yüz yıl sonra ne olur bilmiyoruz. Ama şu anda bedeni de denetim altına alırken onu hor kullanarak veya onu zorlayarak değil de; etkileşim içinde yapmam lazım. Tıp sonuçta maddenin zorladığı ölüme karşı, ölümsüzlüğe doğru bir hareketin profesyonel uygulaması.





Hekim'in sözlük anlamı bilgiye vakıf kişi. Peki bu kişi günümüz şartlarından mesela performans sisteminden nasıl etkilenir?

Hekim, hakim, hakem, mahkeme, muhakeme, hüküm sözcükleri hikmet kökünden gelir. Bilen, hikmet sahibi olan demektir. Bilgi de herkesin vakıf olmadığı bilgi. Siz niye hekime geliyorsunuz? Bu bilgiye ve bilgiyi kullanma yetisine sahip olmadığınız için. Bunun ilk karşılığı aslında anne babalarımız. Dizimiz kanıyor, anne "üf" diyor geçiyor. O bilgiye sahip. Geçeceği konusunda hem ikna ediyor hem de pansuman yapıyor...


Ebeveyn-çocuk ilişkisi gibi mi hasta hekim ilişkisi?

Onun gibi. Yetenek, bilgi, deneyim ve yetki hekimde. Toplum "Sen buraya müdahale edebilirsin" diyor. Nietzsche'nin bir lafı var: 'Yaptığınız işin felsefesini bilmezseniz yapmazsanız yalnızca teknisyen olarak kalırsınız' diyor. Tıbbın elbette teknik bir yanı da var. Ama neyi, ne için yaptığımızı sorgulamak önemli. Yani ben ölümsüzlük için savaşıyorum Lokman Hekim gibi, Gılgamış gibi. Bu bilginin ne anlama geldiğini, bizim aslında hekim olarak ne yapmaya çalıştığımızı, pratiğe dönecek olursak hangi değerler sistemine göre davranmamız gerektiğini sorgulamalıyız. Burada da bir seçim var. Mesela bir doğumda seçme zorunluluğu söz konusu oldu; anne mi kurtarılacak bebek mi?


Felsefe bu durumda ne işe yarar?

Hangi seçimin ne anlama geldiği üzerine düşünmeye... Felsefe kesin bilgiye sahip olmak değil bilgiyi aramak demek. Sormak, sorgulamak demek onun için sonu yok. Ama sonuçta her şeye bireysel olarak yanıt vermek durumundayız. Çünkü hangi kültürü kabul etsek de bu bireysel bir seçim. Eğer özgürce düşünebiliyorsak her türlü seçimimizden sorumluyuz demektir. Hekimlikte bilgi ve teknik açısından bir mirasımız var. "Bunları uygulayın" deniyor. Ama bunların niye öyle olduğu, niye öyle değil de böyle yapıldığını sorgulamalıyız. O yüzden her hekimin bir felsefi duruşa ihtiyacı var.


Sizce zamane hekimleri bunları soruyorlar mı?

Çok zor. Maalesef pek çok hekimimiz çok iyi teknisyenler.


Neden? Fırsat mı yok acaba?

Buna ihtiyaç olmadığı düşünülüyor. Çok otomatize bir şekilde yaşıyoruz. Verileri sorgulamadan kabul ediyoruz. Felsefenin en büyük zehri bu. Anne- babamızın öğrettikleri gibi kutsadığımız bilimin de bize verdiğini tek olasılık olarak kabul ediyorsak sorun var demektir. Eski nesilden kendimizi ayrıştırmamız lazım ki bir adım ileri gidelim. Gelişmenin anlamı bu. Yoksa hepimiz hep aynı kalırdık. Ama bundan onlarca, yüzlerce, binlerce yıl öncesinden çok farklıyız. Bu ayrışmayla mümkün. Bireysel ayrışma, toplumsal ayrışma.


Peki felsefenin performans sistemi içindeki yeri demiştim...

Bizdeki tıp eğitimi bilgi ve teknik yeterlilik amaçlıyor; hekimin insan ve dünya tanımlaması içindeki yerini pek sorgulamıyor. Mutlaka bazı istisnalar vardır. Mutlaka hizmet ve araştırma yükünün ağırlığı, hekimlik kavramı üzerinden insan ve dünya ilişkileriyle ilintili refleksiyona zaman ve mecal bırakmayabilir. Tıbbın çok hızlı gelişmesi sonucu sürekli bir eksiklik duygusu ve sahada yaşanan aciliyet hissi içinde, sürekli koşuşturuyorsanız felsefe yapamazsınız. Onun için bunların yanıtlarını daha önceden verebilen bazı sistemleri kabul etmeniz önemli. Herkes her zaman felsefe yapamaz. Ama arada sırada, sakin zamanlarda "Ben ne yapıyorum? Niye bu kararı verdim" diye düşünmek gerek. Mesela ırk temeline dayalı bir kültürel değerin ön planda olduğu yerlerde A kişisine değil de B kişisine öncelik veriliyor. Buna ne kadar hakkımız var? Bunların sorgulanması gerekiyor. Bu yaptıklarımız hakkında düşünmek aslında kendimiz hakkında düşünmek demek. Ve kendimizi değiştirmek. Kendimizi değiştirmek demek ana mecradan kopmak anlamına da gelebiliyor. Bu ürkütücü de olabiliyor.


Konfor alanından çıkmak herkes için zor değil mi?

Konfor alanından, ezber olandan çıkıyoruz ayrıca toplum tarafından kabul edilmiş, desteklenmiş, onaylanmış olan bir sistemden çıkmak gerekiyor bazen. Felsefe biraz yalnız olmak demek. Yalnız olabilmeye tahammül edebilmek demek. Belirsizliğe, bilinmezliğe tahammül edebiliyor olabilmek demek. Her şeyi bildiğimi sanıyorsam bu dogmadır. Tıbbın sağladığı çok büyük imkanlar var. 35-40’lık bir ortalama yaşam süresinden 80’lere geldik. Kısa bir sürede çok hızlı. Düşünmeden; sürüklendik. Ve büyük bir hırsla yaşamı daha ilerletmeye çalışıyoruz.


Peki bu sırada hatalar da yapılıyor mu?

Bundan 10-15 yıl önce kadınlarda menopozu ötelemek için hormonal destekler kullanıldı. Bunun kemik sağlığı, cilt sağlığı açısından faydaları da vardı. Ama sonra bir bakıldı kanser olgularında ciddi bir artış söz konusu, metabolik yan etkileri var. Şimdi daha az hırslı yöntemler deneniyor; o aşırı hareketten geri adım atıldı. Bir şeyi düzeltirken başka bir şeyi bozma olasılığı var; burada hangisinin daha değerli olduğuna karar vermek de felsefi bir konu. Sağlıklı bir yaşlanma mı daha; değerli yoksa yaşlanmamaya çalışmak mı? İnsan giderek daha bireysel bir varlık olarak ele alınıyor. Peki onun yaşamına nereye kadar kendi isteği dışında müdahale edeceğiz? Ya da artık yaşamak istemiyor; ötenazi istiyor. Çoğu ülke izin vermiyor buna.


Peki başka ne sorular var?

Hiç geri adım atmadan sonuna kadar sağlıklı ve uzun ömürlü bir şekilde kalmak mı amaç? Yoğun bakım üniteleri mi açılsın yoksa onun yerine çocuklara mı verelim o parayı? Sigara içen kişilere kalp ameliyatı yapılmasın mı? Ya da mesela spastik/zihinsel yeterliliği olmayan çocukların hormonal müdahale ile gelişim hormonlarını baskılayarak, büyümelerini durdurmayı amaçlayan uygulamalar var. Aileleri için zor olmasın diye. İki hasta acile geldi sadece birisine müdahale etme zamanın var, ikisinden birisi kurtulacak birisi ölecek kime müdahale edeceksin?


Yani tıp felsefesi aslında soyut ve düşünsel kavramlarla uğraşmıyor, günlük pratiğinde sürekli karşılaştığı bir takım ikilikler üzerine düşünmeyi sağlıyor.

Tıp felsefenin en yoğun uygulama alanı. Çünkü hayat amacımız sağlıklı, uyumlu ve olabildiğince uzun bir yaşam. Mutlu olmak, acı çekmemek, acıdan uzaklaşmak, yoksulluktan eksiklikten uzaklaşmak tamam olmak, bütün olmak, yeterli olmak. Bu amaçların en önemli aktörü tıp.


Ağır bir ruh yükü değil mi bu?

Avrupa ülkelerinde "Beyaz gömlekli tanrılar" derler doktorlara. Özellikle cerrahlara. Çünkü tek bir bıçak darbesiyle yanlış kestiğinde ölüme sebep olurken doğru kestiğinde bitecek olan bir hayatın devamına sebep oluyor. Ağır bir ruh yükü evet ama düşünmüyoruz.


Hekimler ne kadar felsefe okuyorlar tıp eğitimleri boyunca?

Çok az. Zaten ihtiyaç bundandı. Fakat ilgi de az. Hekim adayları iyi bir teknisyen olmayı tercih ediyor gibi görünüyorlar.


O da zamanın ruhu gereği herhalde?

Maalesef. Hayat da öyle biraz. Ne olduğumuzu, ne yaptığımızı düşünmüyor ve koşuyoruz. Bir ara durup düşünmekten korkuyoruz. Sorgulamaya başlıyoruz çünkü. Hekimin elinde müthiş yetkiler ve bir bilgi birikimi var. Müthiş bir teknik donanım var. Bütün bunların bir insan yaşamını sıfırdan, birden sıfıra götürme imkanı var. Bir an için düşündüğünüzde biz gerçekten ölümü yenmiş oluyoruz. Yani hastaya müdahale ettiğiniz o sefer ömrü uzadı. O anda hasta ölümsüz oluyor.

Öteki insanın hayatının üzerinde söz sahibi oluyorsun. Ve bu kavranmamış olduğunda tehlikeli de...

Tıbbın tehlikeli olduğu zamanlar da var. Nazi kamplarındaki tıbbı uygulamaları düşünün mesela. Ya da bazı sömürge ülkelerinde insanların ilaçlara kobay olarak kullanıldığını. Bunların hepsi tıbbı ilerletmiş. Nazi deneyleri de tıbbı ilerletmiş


Birilerinin yaşamı pahasına da olsa...

Bu da felsefi bir konu. İnsanlık ilerleyecek, tıp ilerleyecek diye bir kişinin hayatını kastetmeye hakkım var mı? Ben onun yerinde olsam ne olurdu?


Yani bir içsel farkındalık da gerekiyor...

Empati, içsel farkındalık ve sürekli sorgulama gerekiyor. Sorgulayıp revize etmeden hikmet sahibi bir hekim olmak mümkün değil. Teknisyenler olarak kalırız. Ne olduğumuzu, ne yaptığımızı, bu kadar güçle ne yaptığımızı. Biz insanın en büyük korkusuyla, ölüm ve hastalık ile haşır neşir oluyoruz. Burada karar mercii ve eylem sahibi oluyoruz. Çok müthiş bir güç. Bu gücün ne anlama geldiğini düşünelim. Bu gücü hiç farkında olmadan kullanıyoruz. Zaman içinde otomatikleşiyoruz. Belki düşünmemek de iyi geliyor çünkü düşündüğünde kararsızlık olacak, vicdan azabı olacak. Kendimizi sorgulamamız gerekecek. Bunlar da huzur verici şeyler değil. İnsanın felsefeden kaçan bir yanı da var.


Röportaj: Damla Çeliktaban

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.