Beraber üçüncü röportajımız. Daha önce parça parça hayatının belli bölümlerini konuşmuşluğumuz var. Eh satır aralarını da ben biliyorum. İstedim ki bu sefer baştan sona anlatsın, daha yakından tanıyalım.


Çerkez’mişsin...

Baba tarafı da, anne tarafı da Çerkez.


Ne zaman gelmişler?

Çok olmuş. Mübadele zamanı.


Hiç çıkarmadığın yüzüğünün dedenlerle bir ilgisi var sanırım.

Evet. Babamın dedesi Osmanlı topraklarına ilk gelen kişi. Onun mührü. Üstünde ismi ve doğum tarihi yazıyor.


Karakterinde Çerkez’lik var mı?

Çerkez’ce bilmiyorum. Dil bilmeyince de o kültürden fazla yararlanamıyorsun. Ama Çerkezler neşelidir; görüyoruz düğünlerde, bayramlarda... Bana da etki etmiştir muhtemelen.


"Antropoloji okumak istiyorum"


3 üniversiteye girip bırakmışlığın var. “Kafama yatmadı, aradığımı bulamadım” diyordun.

Aslına bakarsan beceremedim de.


Nasıl yani?

Okuyamadım işte. Başarılı olamadım. Kimileri beni tatmin etmedi kabul, ama mesela tarih bölümünü gayet de sevmiştim. Ama o dönem işe başlamıştım. Hem çalışıp hem okuyanlar var ama ben yapamadım.


Çalışmak daha mı ağır bastı?

Şartlar bunu gerektirdi diyelim.


İsteyip de bırakmak zorunda kalmak fenaymış.

Yok yahu. İşi o kadar dramatikleştirme. “Okutmadılar” gibi bir durum değil benimki. “Çok istiyorum” desem ille yardım eden biri çıkardı. Biraz kendi seçimim oldu.


Sonuçta hangi bölümlerden geçtin.

Astronomiyle başladım, tarih, ardından kamu yönetimi.


Astronomi ne alaka?

Çocukluk hayali. İlk gençlik yıllarımda Türkiye’de pek de ayakları yere basan bir bölüm olmadığını fark etmiştim ama özellikle lisede neredeyse okulla hiç ilgilenmediğim için istediğim başka bir bölüm tutturamadım.


Sonra?

Ankara’daydım. 6 ay sonra okulu bırakıp başka işlerle uğraştım. Çalışmanın, kendi kiranı, elektrik faturanı ödemenin ne demek olduğunu öğrendim. Barmenlik yaptım. Bir dönem sanat galerisinde çalıştım. Garsonluk, çok kısa bir süre şoförlük, işletmecilik... Hepsini denedim...


Sanat galerisi enteresanmış.

Orası biraz karışık. Eskiden içki ruhsatı almak çok zordu. Ama sanat galerilerinde içki ikram edebiliyordun. Dolayısıyla galeri adı altında bar işletiliyordu. Onlardan birinde çalıştım.


O kadar “düzgün insan profili”n var ki, herkes anlattıklarına şaşıracak.

Yazma zaten. “Bak bu da okumamış, ne var ben de bırakayım” diyecekler. Kötü örnek olacağız.


Ne alakası var? Övündüğün bir şey değil ki bu.

İyi peki.


Hali hazırda tekrar okumak istediğini de söylemek ister misin?

Evet tabii. Eğer fırsatını bulursam antropoloji okumak istiyorum.

"Çarli’nin bakıcılığını yaptım"


Peki, ailen her okulu bırakışında “Ne olacak bu çocuğun hali” diye endişelenmiyor muydu?

3 erkek çocuğuyuz. İlgi ister istemez bölünüyordu. Bir de kendimi idame ettirebildiğim için pek sıkıntı olmadı.


Böyle ne kadar devam etti?

2 sene. Sonra Bodrum’a gittim.


Oh mis!

Değil işte. Öyle sürekli denize girip çıktığımı sanıyorsun. Aksine tatile gelenlere hizmet ediyordum.


Ne yapıyordun?

Otomobil kiralama. Sabah 8’de ofisi açıp akşam11’de kapatıyordum. Bodrum’un kışını da görme fırsatım oldu. Bak o tatil gibiydi. Kimse yok, ıssız.


Sonra?

Ankara’da tanıştığım birkaç oyuncu arkadaşım vardı. Çoğu çalışmak için İstanbul’a gelmişti. Biri yapım şirketinin prodüksiyon asistanı aradığını söyledi. “Ne istiyorlar” diye sordum. İşte otomobil kullanabilsin, sağa sola gidebilsin... “Yaparım” dedim. Çalışmaya başladım. Sonra iş devam etti. Meslek haline geldi.


Çarli dönemine geliyor muyuz?

2.5 sene sonra o. Çarli dizisinde yine prodüksiyon asistanı olarak çalışıyordum. Sonra Tansu Çiller dönemi, 5 Nisan kararları çıktı. Kriz vardı memlekette. Ki ilk eğlence sektörünü vurur... Yanılmıyorsam 200’ü aşkın yapım şirketi iflas etti. Çarkıfelek, ana haber, ardından tekrar filmler akışında ilerliyordu televizyonlar. Hiçbir şey yapmıyorduk. Çarli’nin Amerikalı terbiyecisi de ülkesine gitti. Fakat yapım şirketi “İş devam eder’ diye Çarli’yi satın almıştı. Dolayısıyla hayvan bize kaldı. Bakıcılığını teklif ettiler. “Olur” dedim. Hakikaten beni gördüğünde seviniyordu hayvan. İyiydi aramız.


Yani ne yapıyordun tam olarak?

Yemeğini veriyordum, temizliğini yapıyordum, 1-2 saat oynuyordum. Sonra teklif geldi Çarli’ye. Bu sefer getir-götürü bana düştü. Bir adım sonrası “Eğitimcisi olur musun” dediler. Bir deneyelim diye o işe de girdim. Baktım sözümü dinliyor, 1.5 sene tiyatro, dizi yaptık beraber.


"Kendimde bir sürü hata buluyorum"


Geriye dönüp baktığında yaşadıkların fantastik gelmiyor mu?

Dışarıdan bakınca şaka gibi tabii. Ama çok akıllı bir hayvandı. Eğleniyorduk.


Sırf bu da değil, sen uzun bir dönem kafana estiği gibi yaşamışsın...

Çok sıkıntılar içinde bir hayat geçirdim diyemem ama öyle günlük güneşlik bir durumda yoktu. Aslına bakarsan karşıma çıkanlardan yapabileceğime en çok inandıklarım bunlardı. Yoksa rahatın, beni sıkıntıya sokmayacak olanın peşine düşmedim. Bir de hakikaten kimse kimseye kolay para vermiyor. Her iş zor.


Kamera önüne geçme hikâyene gelelim...

Uzun süre işsiz kaldım. Sonra bir magazin programında metin yazarlığı yapmaya başladım. O sıra Kelime Oyunu’ndan teklif geldi. İş yeniydi, soruları hazırlamamı istediler. Kanallara yollamak için bir deneme kaydı çekecektik. Sorulara hâkim olduğum için sunuculuğuna ben geçtim. Ekiptekiler de yarışmacı. Sonra kanal izlemiş, “Sunucu bu olsun” demişler. Tesadüfen gelişti yani. Bence onlar bile farkında değillerdi yaptıklarının.


Peki, sen yapabileceğine nasıl ikna oldun?

Öyle bir şey olmadı. Fırsattı benim için, bir deneyeyim diye girdim. Hâlâ da bu konuda çok iddialı değilim. Kendimi izlememeye gayret gösteriyorum mesela. Bir sürü hata buluyorum.


"Haftanın 6 günü, günde 4 saat, 70 soru hazırlamakla geçiyor"


İlk ekrana çıktığında sene kaçtı?

4.5 sene oldu.

Sorular hâlâ sende değil mi?

Evet. Günde 4 saat toplam70 soru hazırlamakla geçiyor. Haftanın 6 günü böyle. Zaten işimin en zor kısmı o.


Neden bu konuda yardım almıyorsun?

Denedim. Yarışmalarda başarılı olan iki arkadaşı ekibe katalım istedik. Zehir gibiydiler çok da faydalarını gördük. Ama 2.5 ay... Çünkü daha sonra yaşanan rutin deviriyor bu arkadaşları. Kendilerini tekrar etmeye başlıyorlar.


Sen ne yapıyorsun peki?

Kelime aynı, sorusunu değiştiriyorum. Hâlâ tek tük yeni şeyler çıkabiliyor ama çok az.


Peki bu rutinin nasıl bir mesleki deformasyonu var?

Bir süre sonra her şey aynı gelmeye başlıyor. “Bu sorunun benzerini sormuştum” diye sanki birinin hakkını gasp ediyormuşum gibi düşünüyorum. Bir yarışmacı gelse ve “Ben bu soruyu daha önce duymuştum” dese hakikaten çok kötü hissederim kendimi. Hatta Doğru mu Yanlış mı diye yeni bir programa başlama sebebimiz oydu.


Arada bir de öyle bir iş var değil mi?

Evet. Kısa süreli bir maceraydı.


Neden? Başka bir programda izlemek istemiyorlar mı seni?

Yok, o sıra kafam çalışmadığı için böyle oldu.


Estağfurullah!

Yok, yok öyle. Kelime Oyunu’nun sıkı takipçileri “Yeni bilgiler öğreniyoruz, çok hoşumuza gidiyor” diyordu hep. Ben de en önemli etkimizin bu olabileceğini düşündüm. Aynı amaçla Doğru mu Yanlış mı’ya giriştik. Yine soru soruyorsun, yine yeni bilgiler. Ama öyle değilmiş.


Yani?

İnsanlar başka bir kanalı izlerken bizi açıp bir yarışmacıyla yarışıp sonra tekrar dizilerine dönebiliyorlar. Hızlı ve cevval bir yarışma olmasıymış insanları cezbeden. Doğrumu Yanlış mı’da bu yoktu, baştan sona izlemen gerekiyordu. Aslında haksızlık etmeyeyim, yavaş yavaş kıvamını bulmaya başlamıştı ama bir gün bir telefon aldık.


Kimden?

İzmir’den bir hanımefendi. “Eşim iki sene önce Alzheimer oldu. Bazen kelimelerin anlamlarını karıştırıyor. Gözlüğe telefon, sigaraya patlıcan dediği oluyor. Fakat Kelime Oyunu ona çok iyi geliyordu. Tedavi sürecine de faydalıydı. Rahatlamıştık. Eğer bir daha yayınlamayacaksanız bana birkaç DVD’sini gönderebilir misiniz” dedi. Artık o saatten sonra başlamamak ayıp ve günah olmaz mıydı sence? 1.5 hafta içinde geri döndük.


Bir telefonla...

Başka nedenleri de vardı tabii ama itici güç o telefon oldu.


Başka nedenler?

Attan inip eşeğe binmiş gibiydik. Evet gelişiyordu ama hiçbir zaman o Kelime Oyunu’nun sıcaklığını yakalayamayacaktı.


Amma da açık sözlüsün...

Tuğla gibi ortada gerçek. Neden saklayayım.


Hakikaten Kelime Oyunu’nda çok samimi bir ortam var. Sizi hazırlanırken de görüyorum; yarışmacılar dolmalar, börekler getirmiş. Sohbet gırla...

Aynen öyle. Mesaimin ikinci kısmı; yani sunuculuk yaparken bana hiç çalışıyormuşum gibi gelmiyor. Her gün 5 yarışmacı, artı yakınları derken bir sürü insanla tanışıyorum. Belli bir alışverişin var ama iki tarafı da sıkıntıya sokmayan türden. Yani ben bu adamı kazıklıyor muyum ya da o mu beni kazıklıyor, gibi bir durum olmadığı için herkes yaptıklarında samimi...

"Düğün pastasını unuttuk"

Eşin de televizyon sektöründe...

Evet. Birkaç işte beraber çalıştık. Sonra da evlendik.


Düğünde de karışıklıklar olmuştu...

Bir anda karar vermiştik. Hızlı oldu. Düşün; düğünde düzgün fotoğrafımız yok. Çünkü o sıra kafası kopmuş tavuk gibi koşturuyorsun. Bir de herkes her şeyi bilir. Onlarla uğraşayım derken gözden kaçırdığın şeyler oluyor. Biz düğün pastasını unutmuştuk mesela.


Ne yaptınız peki?

Kek vardı onu dağıttık.


Anneler damat, bir sürü genç kız seni ideal koca adayı olarak gördüğü için “Eşimi çok seviyorum, çok da mutlu bir evliliğim var”ın altını çizmek ister misin?

Tabii ki eşimi çok seviyorum ama bunu dillendirmeye gerek var mı? Sevgilinle bara gittin diyelim, iki bakışın sana doğru döndüğünü fark ettin. Kalkıp “Pardon vaktinizi alıyorum ama bu adam benim sevgilim ve ben onu seviyorum” der misin? Bu da onun gibi. Beğenebilirler sağ olsunlar ama üstüme alınmam.


Fazla tevazu var ama sende...

Mesut Yar’ın –ki çok da severim- programına katıldığımda ayak ayak üstüne atmıştım. Sonra telefon geldi “İhsan Bey’e soru sormak istiyorum” diye. Ben de ayağımı indirdim. Normal bir şey değil midir bu? Ama bu sefer “Aa bak ne kadar naif, ne kadar tatlı adam” demeye başladılar. Öyle görünmek için uğraşmıyorum. Birine misafirliğe gittiğimde nasılsam öyle hareket ettim. Yarışmacılara da ev sahibi benmişim gibi davranıyorum.


Değil misin?

Tabii ki değilim. Zaten bu tarz övgülere maruz kalınca, öyle olmadığımı bildiğim için “İnanın çok kibar biri değilim” deme ihtiyacı duyuyorum. Bu sefer de “Fazla mütevazı” demeye başlıyorlar. Hakikaten büyük sıkıntı. Ne yapsam olmuyor.


O üzerine yapışan beyefendi duruşu günlük hayatında hareketlerini kısıtlıyor mu?

Eğer öyle olacaksa o gün bırakır başka bir işe girişirim. Önemli olan dışarıdaki huzurum. “İnsanlar ne diyecek” diye yaşanır mı?


Ama mesela trafikte biri seni küfrederken görse büyük şok yaşar.

O zaman görmezden gelsinler. İstanbul’da yaşıyoruz sonuçta.


Yaptığın en büyük çılgınlık...

Yine işsiz kaldığım bir dönem sırt çantamı takıp tek başıma karayoluyla Hindistan’a gitmiştim. Toplam 50 gün sürdü. Pakistan’da bir kavgaya karıştım. Az daha ölüyordum.


Röportaj: Pınar Erbaş


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.