Meryem Uzerli röportajını okudum, arkama yaslandım ve “Ya benim kızım da böyle bir kadın olursa?” dedim.


Endişemde haklıyım. Röportajın her satırında, Türk kadınının genel durumuna denk düşen hadiseler var. Belki sadece hikâyenin sonu pek Türk bitmiyor. Bu yazıdaki yorumlar kuşkusuz, röportajdaki bilgilerle sınırlı.


Hikâyede, bir adamın duygusal tacizine uğramış bir kadın var. “Zayıfla” denmiş, kıyafetleri beğenilmemiş, takdir edilmemiş bu kadın, adamla aynı yatakta bile uyuyamamış. Kendi tabiri ile “adamın hayatını” yaşamış.


“Hayır” diyemeyen bir kadın var, sınır koyamayan, kırmızı çizgileri olmayan...


Güçsüz, kopmuş bir dal gibi rüzgarda savrulup duruyor.


Bu hikâyedeki kadına özgü değil durum, Türkiye’de kadınları bu hale getiren tuhaf bir torna var. Eğer elde varsa bir kız çocuğu, ister istemez korkuyorsunuz.


Aklıma hemen başka bir hikâye geliyor. Bir dostumuz küçük bir ‘’kaçamak’’ yaparken yakayı ele vermiş. Amsterdam’da yaşıyorlar, karısı Hollandalı. Bir Türk erkeğinden şu yorum geliyor: “Ne yapıyor bu adam, kadın Hollandalı, bunlar bakmaz insanın gözünün yaşına, koyar kapının önüne!”


Hakikaten de öyle oluyor....


Gözümün önünden onlarca “Hayır” diyemeyen Türk kadını hikâyesi geçiyor.


Birçoğu evli...


Mutsuz...


Kaderine razı...


Miktarı belli olmayan tatminsizlikler içinde...


Bir erkeğe “Hop” demeyi, kapının önüne koymayı bilmeyen kadınlar....


Sonra aklıma Ayşe Arman’ın yaptığı bir başka röportaj geliyor. Bir grup Türk “kazanova” ile konuşmuş, onlar da kendi “zengin” iç dünyalarını bize açıp; Türk kadının ne kadar acınası, muhtaç bir profili olduğunu anlatmışlardı. Halbuki Ruslar öyle miydi!


Ben hayatımda böyle cendere görmedim. Bir tarafta kadını güçsüzleştiren bir torna, öteki tarafta tornadan çıkan kadını hor gören bir güruh adam.


Uzerli’nin hikâyesindeki gibi hikâyelerde kadın hep mağdur görülür, kaybedendir. Erkek teknesini yürütmüş, sonuçta hikâyenin kazananı olmuştur. Güzel bir kadınla beraber olmuş, gazetelerde reklamını yapmış, üstelik çok kıymetli benliğine kancayı bir kez daha taktırmamayı başararak, çıkış işaretine doğru yol almıştır.


Ah ah bir de şu geri çekilme hatasını yapmayaydı...


Röportajı okurken, ben pek öyle hissetmiyorum. Geçkin yaşı ve gym’de şişirilmiş göğüs kasları ile artist artist ortada gezinen Can Ateş’e mi içim daha çok acıyor, yoksa Meryem Uzerli’ye mi karar veremiyorum.


Röportajda anlatılan Can Ateş, bir kadını koynunda uyutmayı beceremeyen bir adam.


Onun durumu ayrı bir yazının konusu, içim rahat, o meseleyi erkek analarına havale ediyorum. Bir Can Ateş yetiştirmekten onlar korksun. Zira dünya üzerinde tek bir mağduru olan hiçbir ilişki hikâyesi yok.


Psikoterapiye geleneksel olmayan bir yaklaşımı bulunan Alman Psikoterapist Bert Hellinger, her türlü insan ilişkisinin bir tür alma/verme üzerine dayandığını söylüyor. Bir ilişkide alma/verme konusunda dengesizlik varsa, genellikle az alıp çok veren bir tatminsizlik ve mutsuzluk yaşamış varsayılıyor. Hellinger’e göre bu doğru değil. Az verip çok alan taraf da aynı derecede büyük bir tatminsizlik yaşıyor. Çünkü insan, doğası gereği karşısındakinden bir şey almaktan haz aldığı kadar, vermekten de haz alıyor.


Durum bu...


Peki şimdi ne yapacağız, “Hayır” diyebilen bir kız çocuğu nasıl yetiştirilir?


Bu sorunun yanıtı her konuda aynı; Çocuklar bizden ne görüyorlarsa onu yapıyorlar. Prof. Byron Norton, anne baba arasındaki ilişki üçüncü ebeveyndir diyor. Yani, kendinize dönüp, çocuğunuzun babasıyla olan ilişkinize bakmanız gerekiyor. Eğer üstünüzde tepinildiğini düşünüyorsanız, bilin ki büyük ihtimalle bir gün bir Can Ateş de gelip kızınızın üzerinde tepinecektir. Benden söylemesi.


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.