Uzun zamandır postahaneye gitmemişti. Küçüklüğünde mektuplaştığı kişiler olmuştu; askerdeki dayısı, Bursa’da beraber oynadığı kız arkadaşı, yazları tütün eşliğinde bahçede domates yediği çılgın sırdaşı... E-posta ve mesajlaşma çağında postahanede ne işi olduğunu yolda çok sorgulamıştı ama göndereceği metne en yakışan araç da eski usül iletişimdi.
Sevgili Ali,
Sözleştiğimiz üzere yirmi yıl doldu. Açma işlemleri için seni acil bekliyorum.
Sevgiler,
Bir hafta sonra, tam da Ali’ye yakışan bir iletişim yolu ile, bir telgrafla mektubuna cevap almıştı. Hayatında aldığı ilk, muhtemelen de son telgraftı bu.
“Ayın son Cumartesi, saat 8:00’da hazır ve nazır bir şekilde bekliyor olacağım.”
Ali ilk çocukluk aşkıydı. Mahalledeki çocuklar onları birlikte görünce hemen sırıtmaya başlarlardı. Büyük olanlar arada dozu kaçırıp dalga da geçerlerdi. Tabii o kadar küçüklerdi ki karşı cinse duyulan bu duygular dalga geçenlere kızgınlık şeklinde bertaraf edilirdi.
“Burada buluşmasak tanıyamazdım seni Ali.”
“Ben tanırdım, aynı gözler.”
“Bir mektupla geldin, hem de çocukken verdiğin bir söz için.”
“Belki de şu an hayatımda daha anlamlı bir şey yoktur ya da belki hiç olmamıştır.”
“Küreği nereden buldun?”
“Köşedeki depo hala duruyor. Oradan aldım.”
“Kurduğumuz tuzağı unutma; gömdükten sonra kimse açmasın diye üzerine kırık cam parçaları yerleştirmiştik.”
“Elimdeki kesiklerin acısını hatırlamaz olur muyum?”
“O günleri özlüyor musun? Demek istediğim, hep geçmişi daha iyiymiş gibi hatırlarız ya. Ne düşündüğünü merak ettim işte?”
“Ben şanslı bir çocuktum; çok iyi olmasa da iyi geliri olan bir ailenin tek çocuğu olarak büyüdüm.”
“Bilmez miyim? Giysilerin hep temiz, elin yüzün ışıl ışıldı.”
“Ben pek kirlenemedim. Kışları yağmur çamur diye yazı bekle derlerdi. Yazları çok sıcak diye baharı beklemem gerekirdi.”
“Artık kirlenmene kimse karışamıyordur.”
“Bilakis, ne içimdeki çocuk büyüyor ne de ona karışan sesler susuyor.”
Ali ile apartmanları birbirine çaprazdı. Tam karşılarında ise yaşlı bir teyze ve onun otuzlu yaşlardaki kızının oturduğu tek katlı bir bina vardı. Bir gece bu tek katlı ev alevler içinde kaldı. Neyse ki teyze ile kızı burunları bile kanamadan yangından kurtuldular. Simsiyah olmuş duvarları, kırık dökük pencere camlarıyla bu ev bir süre çocukların aksiyon senaryolarını hayata geçirdikleri bir mekan oldu. Bir gün Ali ile dünyayı ele geçirmeye çalışan uzaylıları evin bir odasında tam yakalamışlarken yerde bir tahta oynadı ve altında bir boşluk belirdi. Kötü adamların zulasını patlatmışlardı işte! Bu boşluktan köstekli bir saat çıktı. Tozdan griye dönmüş upuzun bir zinciri vardı. Büyük çocukların hazineyi keşfetmesinden korktuklarından, onu hemen en güvenli yere saklamalıydılar. Öyle de yaptılar; bir ağacın altını iyice kazıp hazinelerini oraya gömdüler. Kimse açmasın diye de topladıkları cam kırıklarını toprağın üzerine yerleştirdiler. O zamanlar birşeyin saklanması ve uzun bir süre sonra ortaya çıkarılması, o şeyin değerini daha da artırdığı düşünülürdü. Onlar da saati tekrar çıkardıkları gün zengin olacakları hayaliyle oradan ayrıldılar. Bu olay, bakıştıklarında gülümsedikleri bir sır olarak kaldı.”
“İşte beklediğimiz an; bak bakalım bununla zengin olabilir miyiz Ali?”
“Hatırladığımdan farklı olduğunu söylemem gerek. Daha büyük diye hatırlıyorum.”
“Sanırım bizim dünyamız küçüktü.”
“Bununla zengin olamayız. Keşke o zaman gömmeyip oynasaymışız.”
“Keşke.”
Fotoğraf: Tuğçe Özdeniz Arslan
YORUMLAR