Eda’nın yaşadığı, mutlu anların bitme korkusu onu çok etkilemişti. Yatağa uzanıp uzun bir süre kendi anılarını düşündü? Kaçını sonu gelecek diye düşünerek yaşamıştı? Bu düşünceyle yaşadığı anların içine işlemiş o hüznü fark etti. Doğal olarak hepsinin de sonu gelmişti. Şu anki aklıyla iyi ki sonları gelmiş dese de geriye dönüp o anlardan bitme korkusunu silemiyordu. Ah bir silebilse belki de en mutlu anıları olarak içindeki raflara yerleşeceklerdi.


Neredeyse akşam olacaktı ve boğazından kahveden başka bir şey geçmemiş olduğunu fark etti. Çorba yapmaya karar verdi. Artık evlerinde pişmeyen ve dışarıda da bu kural geçerliymiş gibi hiçbir yerde içemediği o çorbayı yapacaktı. İnternetten tarifini karıştırdı ve en basitinden birini yapmaya başladı. Çorbayı yavaş yavaş karıştırırken kendi kendine konuşuyordu.


“Nasıl yaparsın bunu? Ne kadar acı çektiğimi görmüyor musun? Dök o çorbayı çabuk.”

“Yapma anne, bu sadece bir çorba.”

“Sen zaten Yeliz’i hiç sevmedin. Hep kıskanırdın ablanı. Bari anısına saygı göster.”

“Devam et anne. Keşke onun yerine sen hasta olsaydın de, hadi. Benim örgülü saçlı, pembe yanaklı kızım öldü ama bu sıska, çelimsiz şey hala yaşıyor desene.”


“Nankör! Babanın o meymenetsiz ailesine çekmişsin işte. Ben çocuğumun başında göz yaşı dökerken sen hala onun bebeklerini çalıp oyun oynama peşindeydin.”


Çorbanın üzerinde kaynadığına dair kabarcıkların çıkmasıyla kendine geldi. Ocağın altını kısıp odasına gitti. Bazanın altından siyah çöp poşetini çıkardı. İçinden iki sarı saçlı, bir siyah saçlı oyuncak bebekler çıkardı. Yine poşetten çıkardığı oyuncak tarakla bebeklerin saçını taramaya başladı. Yeliz her sabah ilk iş bebeklerinin saçını yapardı. Saçı dağınık bebeklere hiç dayanamaz, mutlaka bir toka, bir lastik tuttururdu o saçlara. Yeliz hasta olup da yatağa düşünce onun yerine bu görevi kendisi devralmıştı. Annesi her ne kadar onu kaygısız, oyun meraklısı gorse de, o Yeliz iyileşene kadar bebeklerin saçını dağınık bırakmayacaktı.


Bebekleri yerine koyduktan sonra çorbanın altını kapattı. Tek kişilik sofrasını kurdu ve önünde bir kase çorba oturduğu yerde hareketsizce kaldı.

“Sadece sıvı şeyler tüketmesi lazım. En besleyici çorba da bu. Bir süre sadece bunu yedirin.”

“Ama benim Yeliz’imin iştahı açıktır doktor. Böyle doymaz, zayıflar.”

“Bakın Yeliz büyük ihtimal tekrar hareket edemeyecek. Bunu size tekrarlamak istemiyorum ama kabul edelim ki günleri de sayılı. Siz dediklerimi yapın.”

“…”


Altı ay yaşar dedikleri Yeliz tam on yıl yaşamıştı. Annesi her gece iki, üç defa Yeliz’in vücudunu bir taraftan diğer tarafa döndürmüş, yanından neredeyse hiç ayrılmamıştı. Ve on yıl yatalak halde vücudunun hiçbir yerini hareket ettiremeyen Yeliz, annesi sayesinde tek bir yatak yarası olmadan vefat etti.


Çorbadan aldığı her kaşıkta gözlerinden bir damla yaş yüzülüyordu. Yeliz’in hikayesinde annesi dünyanın en fedakar annesi, kendi hikayesinde ise dünyanın en gaddar annesiydi.


“Hasta olup ölen ben olmayı çok diledim anne. Gözlerindeki bana karşı olan düşmanlığı her gördüğümde içim yanarak ben de kendimi suçladım. O hayat dolu bir kızdı ve yaşama fırsatı verilse şu hayatı benden daha güzel yaşardı diye hep üzüldüm. Bana en son ne zaman sarıldın, beni en son ne zaman öptün anne?


Sen bir kızını, bense hem ablamı hem de annemi kaybettim anne.”


Fotoğraf: Tuğçe Özdeniz Arslan






YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.