“Yasını tutamadığımız, henüz çözümlemediğimiz ve kabul etmediğimiz, özür dilemediğimiz o kadar çok kayıplarımız var ki, o kadar çok yaralarımız var ki. Eğer birbirimizin acısını duymaz isek, görmez isek, buna neden olan sorumluluğu üstlenmez isek ve o yaraları sarmak için bir şey yapmaz isek o düşmanlık, o nefret, o kin devam edecek.”


Dünya İnsani Destek ve Dayanışma projeleri (World Human Relief) yoksulluk, hastalık, açlık, savaş ve felaket durumlarında insanların ihtiyaçlarını karşılamak ve acılarını azaltmak amacıyla kurulmuş kar amacı gütmeyen bir sivil toplum girişimi. Yokluk/yoksunluk çeken ya da travmaya maruz kalmış çocuk ve ailelerin hayat koşullarını iyileştirmek ve eğitimleri için olanaklar yaratıyorlar.





Ben bu satırları yazarken Zara ve öğrencileri Erzurum, Aşkale’ye bağlı Kavurmaçukuru köyündeler. Bu yaz o bölgede, tamamlandığın 5 köye birden hizmet verecek olan okulu yapacaklar ve bir yandan da yöre halkını çocuk gelinler, şiddet ve istismar konularında eğitecekler.


Ayten hoca ile 45 dakikalık sanal bir sohbete oturduk. WHR’nin yaptıklarından, fakirliğin etkilerinden, travmanın, yaşanmamış yasın, dilenmemiş özürlerin toplumlara etkilerinden bahsettik. Lezzetli bir sohbet oldu. Buradaki yazıya aktardığım, kısaltılmış hali; dilerseniz YouTube kanalımızdan sohbeti izlemeniz/dinlemeniz de mümkün…: youtube linki burada



D.C: Hocam kurduğunuz derneğin adı İnsani Dayanışma Derneği. Yardım değil, dayanışma. Neden ve nasıl?

Ayten Zara: Evet, İnsanı Dayanışma Derneği/ World Human Relief; insanın acısını azaltan, rahatlatan, insanı destekleyen anlamına geliyor. Fakat yardım kelimesi yardım eden ile yardımı alan arasında bir hiyerarşi oluşturduğu için dayanışma sözcüğünü çok derin buluyorum. Toplumsal dinamik açısından çok gerekli olduğunu düşündüğüm bir olgu.


D.C: Sizinle seneler önce tanıştığımızda yoksullara yardım için dünyanın bir ucuna gittiğinizi öğrenmiştim. Afrika’ya, Asya’ya ve elbette Anadolu’ya da. Anlatır mısınız?

A.Z: Ben sivil toplum anlayışıyla büyümüş biriyim. Babam inşaat işçisi, hep emeğin yanındaydı, hakkın yanındaydı. Hatta 1 Mayıs'da tutuklanıp Yılmaz Güney'le aynı cezaevine konulduğunu ve orada bir süre birlikte kaldıklarını ve Yılmaz Güney'in cebinde 5 kuruşu yokken babama para verişini hikayelerini dinleyerek büyüdüm. İşçi çocuğuyum, Alevi bir aileden geliyorum. Bu coğrafyada yaşanılan katliamlar, ötelenmişlik, ayrımcılık ya da dışlanmışlığın farkına vararak yetiştim. Bunlar insanın insana olan ilişkisini farklı bakmaya, farklı algılamaya neden oluyor.

Sonra Psikolojiye olan ilgim başladı. Bu acıyla çalışmak demek biraz da. Acısı olan, yarası olan insanlara çocukken duyarlıydım. Tüm bunlar bir araya gelince yurtta ve tüm dünyada, özellikle yoksul olan ve bir sınıf sistemine göre ötelenmiş, ayrıştırılmış, ırkçılığa maruz kalan insanlara destek götürmeye karar verdim.

Operasyonlarımız daha çok Türkiye'de, Afrika'da ve Asya'da ama belirli ülkelerde tabii, sosyoekonomik olarak çok ciddi dezavantaja sahip olan yerlere gidiyoruz. İşte onlardan bir tanesi Nepal. Nepal hem Çin hem de Hindistan arasında çok sıkışmış bir ülke ve çok yoksul, hakikaten yoksulun yoksulu bazı bölgeler. Büyük şehirler iyi ama kırsala gittiğinizde çok yoksul. Anadolu'da öyle. Kırsala gittiğinizde zaman oralara hiç uğramamış gibi. Hatta elektriği olmayan, suyu bile olmayan köyler var.


D.C: bu köylere gidip, hem okullar yapıyorsunuz hem de yöre halkına eğitimler veriyorsunuz. Yani çok ciddi bir gönül koymuş ve çok ciddi bir emek koymuşlukla işiniz. Bunu sizden azıcık dinlemek isterim.

A.Z: 20- 30 yaş arasında bir çok yılımı İngiltere'de geçirdim. Oradayken sivil toplum çalışmalarına katılmaya başlamıştım.

Türkiye'ye geldiğimde, en çok kanayan toplumsal yaralardan birinin çocuklara yönelik istismar ve şiddet olduğunu gördüm. Ve 2000 yılından itibaren bununla ilgili öğrencilerle birlikte çalışmaya

Nasıl yapıyorduk, ben öğrencileri eğitiyordum, onları hazırlıyorduk. Onlar daha sonra sahaya gidiyorlardı İstanbul'da ve eğitim vermeye başlıyorlardı. Özellikle küçük yaş grubu çocukların ana- babalarına eğitim veriyorlardı. Sonra Doğu'ya ve Güney Doğu'ya, Anadolu'nun iç kırsalına ulaşmaya başladık ve orada yaranın ne kadar derin olduğunu gördük.

Orada sadece istismar ve çocuk evlilikler değil bir de ciddi yoksul koşullar mevcut insanlar, çocukların okulu yok. Varsa bile 60-70 çocuk bir sınıfta, çantası yok, defteri yok, kalemi yok. Okulların koşulları çok kötü.

Eğer şiddeti ya da istismarı önlemek istiyorsak, yoksulluğu önlemek istiyorsak bunun yolu eğitim. Biz istismarı anlatarak, şiddetin etkilerini anlatarak; okullar yaparak gereken değişimi sağlayabiliriz diye düşündük.

Anadolu'da özellikle bu tür sorunların yoğun olduğu bölgelere odaklandık ve orada yöre halkına ihtiyacına göre eğitimler verdik. Hiç değişmeyen eğitimlerden bir tanesi çocuk cinsel istismarını önleme ve çocuk evliliklerinin etkilerini anlatma ve bunu önleme çalışmaları.

Mardin mesela kan davalarının, aileler arası çatışmaların çok yoğun olduğu bir bölge. Orada da mesela çatışma çözümü, problem çözümü konularına girdik. Okumamış çok geniş bir kadın popülasyonu var, onlara okuma yazma öğrettik.

Afrika'da yaptıklarımız biraz daha farklı. Orada okul yapıyoruz ama su ihtiyacı çok var orada. Bir de kalkınma projeleri hazırlıyoruz. Çünkü yoksullukla, açlıkla baş etmenin en etkin yolu güç kazandırmak.


Kalkındırma projelerinde ne yapıyoruz? Özellikle yalnızlaştırılmış, gücü olmayan kadınları ya da aileleri tespit ediyoruz ve onlara gerekiyor ise sürdürülebilir tarım çalışmaları yapıyoruz. Bir arsa bulunuyor, bazen alınıyor, bazen devlet hibe ediyor; oranın işlenmesiyle destek oluyoruz. Hayvancılıkla ilgili hem kendileri yararlanma hem satışa sunma açısından destek veriyoruz.Aileye keçi veriyoruz ya da inek veriyoruz. Doğurgan keçiler oluyor bunlar. Bu keçiler üç tane dört tane doğuruyorsa birini yine yoksul başka bir aileye ya da bir komşusuna vermek gibi bir sorumluluğu oluyor. Hem aileye yardım ederken onlar da birbirine yardım ederek birbirlerini güçlendiren bir toplum oluşturmaya çalışıyoruz.


Mesela Afrika'da yoksulluktan dolayı çocuklarını çocuk evlerine bırakmış aileler var. O aileleri tespit ediyoruz, güçlendiriyoruz. Onlar güçlenince de çocuklarını yanlarına alabiliyorlar. Yani yetimhaneye yardım etmek değil ama ailesini bulup aileyi güçlendirip çocuğuyla tekrar buluşmasını sağlıyoruz. Şimdi bunu Anadolu'da da yapacağız. Anadolu'da da mesela, şimdi Erzurum'da bir okulumuz var.


Anadolu'nun sadece eksiği okul değil. Çocuk istismarını, şiddeti önlemek değil, aynı zamanda bu çocukları, bu aileleri güçlendirmek lazım. Mesela çocuk evlilikleri neden var, aslında çocuklar satılıyor aileler çok yoksul çünkü. Hayatta kalabilmek, hayata tutunabilmek için çocuklarını evlendirme yoluyla, çocuklarını evlendirerek bir gelir sağlıyorlar ve çok ciddi bir...



D. C: Çocuk gelinlerin en büyük sebebi başlık parası mı o zaman?

A.Z: Evet. O aileler güçlenirlerse buna ihtiyaç duymayacak. Çocuğu okula gönderebilecek. Orada da kalkınma projeleri yapacağız. Bu demin Afrika'da yapığımız projelerin bir kısmını orada da bu sene uygulamaya başlayacağız. Çok da iyi olacak çünkü çok sefalet içinde olan aileler var Anadolu'da.


D.C: Birbirine bu kadar uzak iki Anadolu'nun ve Afrika'nın yoksulluklarının farkı var mı?

A.Z: Afrika çok yoksul, taş üstünde taş yok. Su yok ki tarım yapabilseniz, sulak alan, içecek suyu bile paylaşmak zorunda. Ve bazı bölgelerde yok. Çocukların eğitim koşulları hiç yok neredeyse. Biz şimdi Manawi'de bir tane okul yaptık. 2000 çocuk geliyor o bir okula. Diğerleri dışarıda eğitim görüyor. Ama okul yapsan bile çocuğun kalemi yok, defteri yok, yani aslında hiçbir şeyleri yok. Ama yiyecek olarak da bir şeyleri yok. Çok ciddi kuraklık olabiliyor ve kasırgalar olabiliyor, seller, sular alıp götürüyor. Yani sürdürülebilir tarım açısından bazı bölgeler uygun değil Afrika'da. Ama uygun olsa bile o insanın o sürdürülebilir tarım yapacak araca, gerece, desteğe ihtiyacı var. Beyaz insanlara çok bağımlı. Beyaz insan, yani Avrupa'da hala çok sömürgeci bir anlayışla yaklaşıyorlar Afrika'ya. Afrika'yı güçlendirmek yerine vererek dilenmelerini sağlıyorlar.


D.C: Muhtaç kalsın, biz de onlara, işte demin dediğiniz gibi yardım götürelim.

United Nation da öyle aslında, Birleşmiş Milletler de öyle. Bana kızabilirler ama gerçekten öyle. Önce yoksullaştırıyor, bağımlı yapıyor, sonra sizden aldığı parayla, yani bağışlarla onlara yardım yapıyor ama yardımı da yine aslında çok ihtiyaç duyulacak ve o insanı güçlendirecek şekilde yapmıyorlar. Bir de misyonerler var. Kendi dinini yaymak ve güçlendirmek için giden sivil toplum örgütleri var. Bir tarafta bir grup insan açlıktan ölüyor ama o burası daha Hristiyan ya da işte oraya gidelim bunu yapalım ama orası zaten tamam, burada insanlar açlıktan ölüyor, okul yok, o yok, bu yok. Müslümanlarda da aynı şey var, onlar da neresi Müslümansa, oraya gidiyorlar. Maalesef Afrika hala bence hem sivil toplum örgütlerinin hem de bence bu Avrupa'nın ya da beyazların sömürgeci anlayışıyla hala istismar ediliyor.


D.C: Şimdi bugünlerde Amerika’daki ırkçılık, ayrımcılık yansımalarını ve dünyaya etkilerini görüyoruz. Şimdi bunu düşününce, neden oluyor sizce? Yani insan içinde siz, insan ruhunu etüd etmiş bir akademisyensiniz. Ayrımcılık, ben senden iyiyim, sen benden azsın, öteki ondan üstündür, bunlar nereden geliyor ve nereye gider?

A.Z: Nefret söylemi çok büyük bir etken bence ayrımcılık, ırkçılık, ötekileştirme. Yani biz bu dili kullandığımız sürece bu devam edecek. Bu yıkımlar, bu savaşlar, bu kayıplar devam edecek her zaman. Ve peki bunun sebebi nedir, diye sorarsanız, bir travma döngüsünden bahsedebiliriz.

Yani bizim aslında yasını tutamadığımız, henüz çözümlemediğimiz ve kabul etmediğimiz, özür dilemediğimiz o kadar çok kayıplarımız var ki, o kadar çok yaralarımız var ki. Eğer birbirimizin acısını duymaz isek, görmez isek, buna neden olan sorumluluğu üstlenmez isek ve o yaraları sarmak için bir şey yapmaz isek o düşmanlık, o nefret, o kin devam edecek.

Özellikle iç çatışmaların olduğu ülkelerde baktığımızda o çözümlenmemiş travmalar ve kayıpların rolü çok büyük. Geçmiş zamanlarda bir barış dersine katılmıştım ben. Aslında Türkiye'de çok ihtiyacımız olan bir şey bu. Ben şimdi Bilgi Üniversitesi'nde başlatmak istiyorum barış derslerini. Ama Anadolu'daki çocuklara da başlatmak istiyorum.

Bu sene mesela Erzurum'da başlamak istiyorum. Ben de vatanımı seviyorum ama bu başkalarını ötekileştirecek derecede milliyetçilik olmaz. İnsanların haklarına, insanların farklılıklarına saygı duyacak şekilde bir milliyetçilik olmalı. Ama çözümleri de, sorunlarla ilgili çözümleri de sadece savaşarak değil de bunun başka yoldan çözümleri olabileceğini çocuklara göstermek, çocuklara anlatmak lazım.

Barış dersleri vermek gerekiyor. O barış dersinde şeyi öğrendim ben, travmaların, geçmiş travmaların hem birebir ilişkilerde hem gruplar arası hem de ülkeler arası ilişkilerde tüm nefret ve çatışmaların, savaşların tek nedeni olduğu ortaya çıkıyor. Yani o kısır döngüyü bırakabilmemiz lazım. O travma döngüsünü çözebilmemiz lazım. Aksi takdirde mağdur-düşman ilişkisi hep devam edecek bir yerde.


D.C: Acı acıyı doğuruyor, şiddet şiddeti doğuruyor. Şiddet görerek büyümüş olan kendi çocuğuna da şiddet uyguluyor. İntikam söylemiyle büyümüş olan kendi çocuğuna da bu öğretip gidiyor. Peki bu nasıl kırılır? Yani bu süregelen acının, travmanın, yaranın bir sonraki nesle aktarılması nerede durabilir, bunun için ne yapabiliriz bireysel ve toplumsal olarak?

A.Z: Bireysel olarak kendi yaralarımızın, kendi acılarımızın sorumluluğunu alabilmemiz lazım. Üzerinde çalışabilmemiz gerekiyor. Bu kolay bir şey değil, zor bir şey ama yapabiliyor olmamız lazım. Yani içimizdeki öfkeyi, içimizdeki nefreti, düşmanlığı çözebilmenin tek yolu onu görebilmek, o acıya girebilmek, o acıyla acıya dokunabilmek, yaraya dokunabilmek. Zor bir süreç ama yapıldığında da çok da özgür, muhteşem bir özgürlük sağlıyor.

Toplumsal olarak barış halkaları çok önemli. O barış halkaları Kürtler ve Türkler, Türklerle Ermeniler, Azerilerle Ermeniler gibi yani farklı etnik gruplarının birbirleriyle bir araya gelip birbirlerini dinleyecekleri, birbirlerinin yaralarını duyabilecek, işitebilecekleri, gerektiğinde eğer sorumlulukları varsa özür dileyebilecekleri ve yarasını sarmak için de ona gerekli olan desteği verebilecekleri bir zemin oluşturmak. Biz buna onarıcı adalet diyoruz. Toplumun onarıcı adaleti çok önemli. Yasal adaletten çok, hani bir insan bir suç işlemiş olabilir, o insanı cezalandırmış olabilirsiniz, onun da iyileşmeye etkisi vardır, travmayı çözmeye etkisi vardır ama en önemli iyileşmeyi sağlayan şey toplumun bir insanın, bir toplumun, bir grubun yaşadığı acıyı duyabilmesi, o acıyı işitebilmesi, o acıyı anlayabilmesi ve yaraları sarabilmek için de gerekeni yapabilmesi, yani toplumun vicdanının sesi diyoruz biz buna. O çok önemli, çok. Eğer bu ses çıkarsa mesela muhteşem dönüşümler olabilir.

D.C: ''Ya bunu da yanlış yaptık, özür dilerim. Acınızı gördük.'' demek, travmanın aktarımını durdurur mu? Özgürleştirir mi? İnsanlar acılarının görülmesini mi istiyor ve inkar mı acıya sebep oluyor acaba?

A.Z: Aslında acıya sebep olan hatırlanılan değil, bastırılan, unutulan ve başkaları tarafından görülmeyen, inkar edilen şey. Travmaya neden olan da o işte unutulan parça, hatırlanan parça değil ya da anı değil, hatıra değil o unutulan parça. Eğer toplum bunu görebilse, ''Ya, çok özür diliyoruz, buna biz sebep verdik ve elimizden ne geliyorsa bunu telafi etmeye hazırız'' diyebilse zaten o hatırlanabilecek ve hatırlamak demek iyileşmek demek.

Ne kadar çok hatırlarsak o kadar çok iyileşebiliriz. Ama bunun için cesarete ihtiyacımız var, motivasyona ihtiyacımız var, güce ihtiyacımız var. İşte o gücü de toplumdan alabiliyor olmamız lazım. İnsanlar bunu alamadıkları için özel yerlere gidiyorlar, psikologlara gidiyorlar mesela, oradan gerekli olan desteği alabiliyorlar ama bazı özellikle kolektif travmalar, toplumsal travmalar ya da ülkeler arası ya da gruplar arası çatışma ve kini çözebilecek en önemli şey o her iki grubun birbirlerinin acılarını görebilmesi, duyabilmesi ve yaraları sarabilme becerisi aslında.

Ki Amerika'da olan şey böyle bir şey zaten, insanlar Amerika'dakileri mesela çok ilginç benim için, Amerika'daki ırkçılık olaylarına duyarlılık gösteren birçok insanın Türkiye'de bu duyarlılığı, Türkiye'de olan ırkçı söylem ya da davranışlara, olaylara tepki vermediğini de görüyoruz. Yani burada siyasi iklimin izin verip vermemesiyle de çok ilgili. Burada insanlar, sanıyorum biraz daha korkuyorlar. Karşı dururlarsa, tepki verirlerse başlarına ne geleceğini bilemiyorlar. Dolayısıyla çok uzakta bir yerdeki insanların acısına, derdine tepki vererek aslında gizliden de buradakine de biraz, buradaki ırkçılığa da, buradaki ayrımcılığa da bir dem de vurmak istiyorlar ama tabii şimdi bu zemin bir şekilde siyasi iklimin, siyasi durumun bu zemini oluşturuyor olması lazım insanlar arasında.




D.C: Aklıma şu geliyor; bir topluluk olarak hep denir ki en zayıf halkamız kadar güçlüyüz. Aslında insan kabilesi olarak da, yani bırakın sınırları, dilleri, kültürleri, dinleri, kocaman bir dünya üzerinde yaşayan aslında bir topluluğuz biz. En zayıf olanımız kadar güçsüz, en aç olanımız kadar tokuz, en fakir olanımız kadar zenginiz.

Niçin olmasın ki biz ayrımcılıksız, barış ile, huzur ile, elimizdeki kaynağı paylaşarak ve gücümüzü paylaşarak ve yasımızı paylaşarak. Mesela yas da kolektif bir şeydir, diyor hocalar. Tek başına taşımak için büyük bir yüktür ama hep birlikte içinden geçilir gidilir, diyor. Yani acaba biz önceliklerimizi mi doğru sıralayamıyoruz?

Pandemi dönemi 2.5 ay boyunca normal günlük ritmimizden ve günlük önceliklerimizden ayrıldığımız bir dönem geçirdik. Bana kalırsa biraz duyarlı insan için, biraz gözü açık, kalbi açık insan için çok net mesajlar içerdi bu dönem.

20 milyon kişi bu şehirde yaşıyorsa üst üste zaten sen hata yapıyordun, zaten tıkış tıkış yaşıyordun, bir ayrılın bakalım kendinize gelin, bir nefes alın.

Zaten vakitlerinizi neden AVM'lerde geçiriyorsunuz, gitmeyin oralara, ailene dön, sürekli dış görünüş peşinde olma gibisinden benim adıma önceliklerimi sıralayıcı bir içe dönme zamanı geçti. Tabii kimi insan için bu zordur, hayatlarını kaybedenler oldu, sağlıklarıyla sınananlar, sevdikleriyle sınananlar oldu.

Fakat koca bir insan kabilesi olarak, bir koca dünya olarak hep birlikte bir şoka girdik ve şimdi onu yavaş yavaş idrak ederek yaşamaya başlıyoruz. Bu bile birlik, beraberlik, ya bu bile yeterli gibi geliyor bana çünkü ölüm burnumuzun dibine geldi.

Buna rağmen 2.5 ay evimizde ölümle yan yana oturduktan sonra gidip vay sen siyahsın, ben beyazım, sen bilmem nesin diye nasıl birbirine girebiliyor insan? Neden olmuyor yani bu kadar derin ve kolektif bir zorluktan geçmiş olmak bile nasıl kalpleri açması gerekmez miydi bunun?


A.Z: E çünkü hepimizin ihtiyaçları çok farklı. Yani belki Damla bu süreci içine dönmekle, gerçekte bu hayatta neyin önemli olduğunu, neyin değerli olduğunu, nasıl yaşaması gerektiğini düşünmekle geçirirken Ayşe de hayat çok kısa ve benim hayatta yapmak istediğim bir sürü şey var, şuraya gitmeliyim, bununla görüşmeliyim, evlenmeliyim, çocuk sahibi olmalıyım, şöyle kariyerim, anlatabiliyor muyum?

Dolayısıyla hepimizin hem gelişimsel dönemi farklı. Yani gelişimsel olarak hangi dönemdeyiz bilmiyorum çünkü belli zamanlarda, belli gelişimsel dönemlerde insanlar maddi ve mana olarak hayatı ayırabiliyorlar.

Şimdi Damla'yı dinlediğimde Damla hayatının gelişmesi olarak mana sürecini yaşıyor, yani baktığın şey anlam, huzur nerede, temel olarak gerçekte neye ihtiyacın var, bunları bulma sürecini yaşıyorsun. Kişileri, ilişkileri sorguluyoruz, hayatı sorguluyoruz, hayatın gerçekte neye odaklanması gerektiğini, nasıl yaşanması gerektiği konusunda ama kendimiz için derine iniyoruz. Başka birisi hayatın başka gelişimsel dönemlerinde başka ihtiyaçlarla bambaşka bir şey yaşayabilir. Dolayısıyla Damla'nın ihtiyaçlarıyla Ayşe'nin ihtiyaçları farklı olduğundan farklı bakacaklar, zamanlarını farklı değerlendirecekler, potansiyellerini başka şekilde kullanacaklar. Bu da işte insan olmanın farklılıklarıyla, ihtiyaçların farklı olmasıyla ilgili.

Geçenlerde bana da, hep soruyorlar bana, klinik psikolog olduğum için hangi ekolde çalıştığımı soruyorlar. Ben onlara hayat diyorum çünkü 4000'e yakın ekol var. Bu kadar çok ekol olması insanın ne kadar farklı olduğunu gösteriyor, insanın ne kadar sorunlarının değiştiğini, kültürden kültüre farklılaştığını, tamamen başka bir formatta veya başka bir semptomlarla, belirtilerle ortaya çıktığını gösteriyor. Bir de bir ekolün bir kültürde ya da bazı insanlar işleyen ekolün bazı insanlar için hiç işe yaramadığı ortaya çıkıyor. Dolayısıyla hepimizin ihtiyacı çok farklı. Yani ekol olarak da farklı formatlarda, modellerde insan insana ilişki kuruyoruz. Hayatı da farklı yaşayabiliyoruz hem kişilik özelliklerimiz, hem ihtiyacımız hem hayatımızın bulunduğu duruma göre.

Bizim en çok barışa ihtiyacımız var bu ülkede, bütün dünyada barışa çok ihtiyacımız var. Ben korkuyorum ki şu anki hükümetler barıştan çok ölüme, savaşa yatırım yapıyorlar. Bu nedenle bu aymazlık, bu yabancılaşma, bu şiddet, bu savaş, bu ırkçılık çok üzücü maalesef çok üzücü.

Yaşar Kemal, bir sözünde, bir kitabında şöyle demişti; ''Gövden kadar değil yüreğin kadar yer kaplarsın bu dünyada'' demişti.

Bizim senin benim gibi insanlar biraz şeyi algılıyorlar artık, işte o sevginin, şefkatin, hayatın anlamının aslında insan insana böyle sıcaklığı, yakınlığı, en önemli şeyin bu olduğu, hayatta en önemli şeyin sevgi olduğu, bunları anlıyoruz. Ama başka yerlerde insanlar başka şeye yönlendiriliyor.

Yani çok hızlı bir teknolojik akılın etkisiyle insanlar bambaşka bir kültüre evriliyorlar şimdi baktığımızda. Çok ciddi bir yabancılaşma, insanın insandan korktuğu bir çağdayız aslında.

Bu akım, teknolojik akıl bizi maalesef başka bir şeye evriltti ve birbirimizden kopmaya, insan insana olan ilişkiden kopmaya başladık, uzaklaşmaya ve yabancılaşmaya başladık. Ben bu pandemi sürecinde insanların yeniden neyin önemli neyin değerli olduğunu anlayacağını düşündüm, belki anlayanlar olmuştur mesela ben de öyle, benim için de öyle, senin için de, bizim gibi insanların olduğunu da düşünüyorum. Ama dediğim gibi kişilik özelliklerinden ya da ihtiyaçlarından dolayı hiç anlamamış da olabilirler tabii insanlar. Kültür, teknoloji ve kolektif akıl bizi sürekli kendimizi göstermeye yönlendiriyor.


D:C: Yani elbet değişimler oluyor fakat bunu herhalde her şeyde olduğu gibi dengede tutabilecek miyiz bizim de sınavımız bu olacak. Yani teknolojinin nimetlerinden faydalanırken elimizde toprağa değdirmeyi, elimizi öteki insana değdirmeyi, kalp kalbe olmayı unutmazsak aslında büyük de bir kapı olur bize ve ne güzel hepimiz işte dünya köyü olarak yaşayıp gidebiliriz ama insanlığımızdan olup makineleşirsek o da başka türlü bir sınav olur. Sadece görüntüde kalırsak, Instagram hayatlarındaki parıltılarda kalırsak bu da başka bir taraf. Ben artık hakikatin çok farklı boyutları olduğuna inanmaya başladım. Yani bir yandan bir takım insanlar dediğiniz gibi anlam arayışı, öncelikler, önem sıralarken bir takım insanlar onun tam tersini yapıyor o da onun hakikati ve biz bütün hakikatleri eş zamanlı yaşayan bir varoluşun içindeyiz gibi kendime yollar buluyorum.

Yani varoluş çeşitlilik sever diyorum ben. Aksi takdirde bir çeşit ağaç olurdu, bir çeşit su olurdu, bir çeşit çiçek, bir çeşit hayvan olurdu. Öyle değil ki, onlarca, binlerce, ne kadarsa o kadar güzel. Bakalım biz bu haliyle kapsayabiliyor muyuz onu? Şimdi benim kendime sorduğum soru bu. Bana hiç uymuyor, düşüncesi de uymuyor hatta sinir ediyor fakat ben onu yine de kabul edebilir miyim acaba?

Siz karantina süreci boyunca WHR Instagram hesabından her akşam neredeyse canlı yayın yaptınız, herkes için psikososyaldestek lazım dediniz hayat için umut dediniz… Peki neden lazımdı bu sizce?


A.Z: Bence bu süreçte çok göz ardı edilenler oldu. Onlardan bir tanesi travma aslında. Bu bir travma mıdır tabii kişiden kişiye nasıl algılandığını, nasıl anlamlandığını bilmiyorum. Benim nazarımda bu çok büyük hem bireysel hem de kolektif kayıplar içeren bir süreçti, stresli bir süreçti pandemi süreci. O stresi yaratan koşullardan bir tanesi insanların çok ani bir şekilde sevdiklerini kaybetmeleri onları görememeleri, dokunamıyor, elleyemiyor, sarılamıyor olması, hayat denen normal düzenlerine, rutinlerine devam edemiyor olması. Sevdiklerini görmeden, vedalaşmadan, cenazelerine bile gidemeden uğurlamak zorunda kaldı insanlar.

Ve bir de tabii bizim normal rutinimizi yaşamıyor olmanın zorluğu. Mesela çocuklar var, ergenler var, onlar için en önemli şey dışarıdaki hayat, dışarıdaki hareketlilik, arkadaşları, oyunlar, birbirleriyle büyüyor onlar ve birbirlerinden aldıkları, öğrendikleriyle büyüyorlar ve onların da çok büyük kayıbı olduğunu düşündüm, bizlerin de öyle. Bir taraftan da evde kadına ve çocuğa şiddetin artması ihtimali beni korkutuyordu; korktuğum da başıma geldi. Çünkü zaten istismarın çok yaygın olduğu bir ülkedeyiz, hele kadına şiddetin ne kadar yani tavan yaptığı bir dönemden geçiyoruz, e çocuk istismarı da zaten çok fazla, her ne kadar yayınlanmasa da bulgularımız çok...


D.C: Öyle bir yasak getirdiler şimdi değil mi?

A.Z: Getirdiler ama biliyoruz yani. Çok ciddi bir oran var. Bunun artacağını düşündüm ben ta o zamanlar önlem alınması gerektiğini söylemiştim.


D.Ç: Yani sağlıksız ev ilişkilerinin içine de hapsoldu insanlar?

A.Z: Aynen öyle. Çok korkutucuydu o, çok ürkütücü ve aslında hükümetin çok önceden bununla ilgili önleyici planları alıyor olması lazım, yani tespit ediyor olması gerekiyordu riskli grupları, kadınları, aileleri tespit edip özellikle kadınları başka sığınma evleri ya da konuk evleri ya da başka yerlere, çocuklar da öyle başka yerlere alabilmesi gerekiyordu.

Tüm bunları dikkate aldığımda bizim toplumsal olarak bir psiko-sosyal destek çalışması başlatalım istedim. Herkes için psiko-sosyal destek ve hayat için umut böyle başladı. Canlı yayınlarımız bitti ama insanları yapmış olduğumuz bilgilerle, vermiş olduğumuz bilgilerle hala yönlendiriyoruz, yani kendilerine nasıl yardım etmeleri gerektiğini aslında öğretiyoruz ya da bu konulara ışık oluyoruz diyelim.




D.Ç: Bu yaz Erzurum'da Aşkale’de bir okul yapacaksınız. Şimdiden hayırlı uğurlu olsun, ışık olsun.

A.Z: 10’unda da temel atılacak, okulumuzun temeli atılacak. Beş tane köye fayda sağlayacak bir okul olacak bu. Hem ilkokul olacak hem ortaokul. Çok eski depodan bir okul yapmışlar, o okul zaten çökmüş. Şimdi öğretmenlerin lojmanını okul yapmışlar, böyle küçücük sınıflar. İşte sağlık ocağını okul yapmışlar. Dolayısıyla okul olmayan bir bölgedeyiz şimdi, oraya yeniden okul yapılacak ama beş tane daha köyleri genelde, ben genelde bayağı bir kırsala gidiyorum dağ köyleri, orası da her yere uzak, herkese uzak. Dünyanın, Allah'ın unuttuğu köyler diyebiliriz oralara.


D.C: Ve hala yaşayan insanlar var ama yani biz unutsak da hayat devam ediyor.

Ayten Zara: Hayat devam ediyor valla öyle. Burası da öyle, dağ köyleri, beş taneye yakın birbirlerine yakın beş tane köy. İşte o ortaya merkeze yapacağız okulu, diğer köyler de gelecekler yararlanacaklar.


D.C: Sizi, projelerinizi duyup yardımcı olmak isteyenlere nasıl bir yol önerirsiniz?

AZ: Çok büyük projeler yapıyoruz ama illa bağış, bağış, bağış diye duyurmuyoruz kendimizi. Çalışmalarımızı görüp de bize destek olmak isteyenler oluyor. Mesela şimdi Erzurum'u sponsorla yapacağım. Kars için sponsorum oldu. Hep sponsorlar oluyor. Biz eğitimler yaparak kongreler, konferanslar, paneller yaparak bir miktar biriktiriyoruz. Oradan elde ettiğimiz tüm gelir projelere gidiyor. Ama tabii yetmiyor bir okulu mal etmek işte 500-600 bin lira olabiliyor. İlgilenenler web sitemizden gerekli bilgileri alabilirler, bana e-mail ile ulaşabilirler. Ve bir de çalışmalarımıza insan kaynağı olarak katılabilirler. Yani bizimle hem psikososyal çalışma yapmak yani yöre halkına eğitim vermek, bilinçlendirmek hem de inşaat çalışmaları için ekibin bir parçası olabilirler.


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.