Epeydir sana ve kendime bir şeyler yazmadığımın farkındayım, bilhassa sana. Hayatın bir anlık sonsuz devinimi içinde kendimi kaybedip, aslında gayet ayrımındayım, yazmayı ve varoluşumu unuttuğum zamanlar az değil. Doğrusu istersen, neden yazmadığımı ya da yazmak ihtiyacı duymadığımı ben de bilmiyorum ancak zaman zaman yazmaya belirgin bir şekilde ara verip uzun bir müddet kendimi sözden, sesten ve renklerden soyutlayıp hayatın edilgen bir parçası olmamın nedeni, sana duyduğum sevgi ve bağlılığın azalması ya da bu duyguları bütünüyle yitirmek değil. Artık tuhaf bir şekilde inanmamaya başladım, yazarak düşünsel ve varoluşsal bir farkındalığa ve yeniliğe öncü olabileceğimin mümkün olduğuna. Bende tatsız hissin yeşerip filizlenmesine bir başkasının eylem ya da söylemlerinin sebep olmadığını belirtmeliyim. İnsanlara, hayatıma müdahil olup beklentilerimin sınırlarını belirleme özgürlüğünü sunmayacağımı bilecek kadar iyi tanıyorsun beni. Bu vakitler daha çok belirsiz bir iç sıkıntısı yaşıyorum, neden olduğunu bilmediğim, anlamlandıramadığım ve tahmin edebileceğin gibi üstesinden gelemediğim. Belki böyle derdim aslında yoktur, mutlu olmaktan korktuğum için yeni dertler arıyorumdur kendime, kim bilir? İnsanın mutluluktan korkabileceğini ise daha önce hiç düşünmemiştim. Her şeyin nihayet, oldukça gecikmiş bir şekilde dilediğin gibi olduğunu ve mutluluğunu bozabilecek en ufak bir şeyin dahi var olmadığını düşünsene, ne kadar kötü olurdu o zaman? Dokunsalar ağlayacak gibi değilim sana bu satırları yazarken, çünkü bir insana somut bir acı yaşatabilmek için bedensel bir temasın muhakkak gerekli olduğunu düşünmüyorum, öte yandan, sanırım mutlu da değilim. Yavaş yavaş eleştirdiğim insanlardan biri olup çıkmaktan korkuyorum galiba. Şimdilerde oldukça sancılı geçen bu değişim nihayete erdiğinde toplumun ve doğanın edilgen bir üyesi olan, ve etrafında olup bitenleri sadece işittikleri, gördükleri ve ancak anlayabildikleri kadarıyla yorumlayan sığ bir insan olup çıkacağım, bu akışı durdurmak ve engellemenin benim ellerimde olduğunu biliyorum. Ancak asıl sorun şu ki, bu geçiş sürecini durdurmak için herhangi bir şey yapmak istemiyorum, tıpkı yazgısındakileri deneyimlemek için her şeyi olağan seyrine bırakan inançlı insanların yaptığı gibi, gerçi onları bunu İlahi emir olduğu için yapıyorlar. İlk başlarda insanların kendilerine ve diğerlerine bu kadar kayıtsız kalıp hayatlarını oldukça sığ bir şekilde nasıl sürdürebildikleri konusunda epey düşündüm ve bu konuya bulabildiğim en mantıklı açıklama bir şeyleri değiştirebilecek yetenek ve cesaretten yoksun olmalarından ziyade (doğadan korkan), benliklerini gerçekleştirme amacı edinememeleri.



Benliğini gerçekleştirme amacından yoksun bir insanın aptalca bir cesarete sahip olması, onun karakterini inşa etmesini mümkün kılmıyor; cesaret, aşağılık yaratılışı örtüp bu eskiliği gidermiyor yani. Bu düşünsel derinliklerle meşgul oluyorum daha çok. Gerçi zihnime söz geçiremediğim için, her ne kadar eylem sahasında odağımı başka bir noktaya kaydırmaya uğraşsam da bunun pek mümkün olmadığını bilmelisin. Hayatımda yer alan insanların düşünsel sığlıklarına bizzat tanık oldukça yüreğimde onlara karşı yalnız acıma ve utanç duyguları belirmiyor, bu kadar sıradan bir kişiliklere sahip olduklarını hatırladıkça aynı zamanda tuhaf bir mutluluk hissediyorum; bir başkası insanın sınırlı yaradılıştan mutluluk devşirmek de mümkünmüş yani. Onları aşağılamıyorum, sadece dinliyor, oldukça az, anlamaya çalışıyor ve yorumluyorum. Elbette iletişim oldukça zevkli bir şekilde ilerlemiyor dönüp dolaşıp hep aynı noktaya vardığı için. Hatta kimi insanlarla aramda bir iletişim gerçekleşmediğine dahi neredeyse inanmaya başlayacağım? Birbirimize kelimelerle saldırıp bir an evvel egemen olmak istiyoruz her anlamda, daha doğrusu kontrol etmek. Otoritenin yalnızca kendisinde olduğunu bilmek, sanki diğerini aşağılama hakkı sunuyormuş gibi ancak kaçırdığımız nokta şu: Hiç kimse kendilerine muhtaç olmasa ve bütünüyle Yaratıcıya tapıyor gibi itaat etmese krallar tek başına bir anlam ifade eder mi? İtaat burada otoriteyi meşru ve haklı kılıyor.


Duygularımı bütünüyle kaybetmekten de korkuyorum, yalnızca düşünce ile sınırlı kalmaktan. Belki bu yazıyı yazmanın amacı da odur: Hatırlamak. Bir hissi, bir duyguyu, bir anıyı. Ancak insan, unuttuğu bir şeyi hatırlamak ister, hep zihninde ve yüreğinde olan bir şey anımsamaz, yalnızca sürekli yeni şeyler edindiğimiz için artık yüreğimizdekiler eski kadar önemsenmeyeye başlar. Sevginin monotonlaşmasının sebebi de budur. Ancak ben sana dair en ufak bir şeyde bile bir kuş tüyü gibi hafifliyorum, duruluyor ve her seferinde tekrar tekrar var oluyorum. Dostoyevski'yi biraz daha modern bir şekilde ifade etmek gerekirse, senden gelen acıdan dahi mutluluk yaratarak.


Sefa Taşkın

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.