İyileşme günlükleri - 4: Buzdağının görünen kısmı

5 Nisan 2017


İyileşme günlüklerimi ilk yayınladığım gündü. Son beş yıldır yaşadığım bütün süreci çok iyi bilen dostum Emine, "Günlükleri yayınlamak mı? İyi cesaret!" diye bir mesaj attı bana. Gülümsedim.

"Cesaret değil, resmen adilik. Çünkü bu günlükler artık benim değil; sanki bunların hiçbirini ben yazmadım... Düpedüz ifşa etmek bu yazdıklarını, tanımadığım bir kadının" dedim.


İnsan iyi oldukça unutuyormuş o halini, öyle çok değişmişim ki; sanki yaşanmamışçasına hafifim şimdi. O gün kanayan yaralarım bugün kabuğunu atmaya yüz tutmuş. Bazen kalksa bile kabuğun ucu, kanamıyorlar artık. Orada olduklarını biliyorum ve duygularımın yaralarımdan beslendiği zamanları eskisinden çok daha çabuk fark edebiliyorum.


Bugün günlüklerimi okurken gördüğüm: Meğer ben kordan bir yolda yürümüşüm. Yüzleşmişim. Kabul etmiş, kendimi sevmişim. Bütün bu süreç yakmış ama yunmuş da beni. Öğrenmişim acıyan yerlerimi sevmeyi ve geçmişi kabul edip, önüme bakabilmeyi.


Kendimi -yaralarımı- bilmek, kendimi ortaya koyabilmek, duygularımı (en çok da korkularımı, öfkemi, acımı, yasımı) duymak, yaralarımdan beslenen inançlarımın, düşüncelerimin ve bunların tetiklediği davranışlarımın -onları iyi veya kötü diye etiketlemeden- sorumluluğunu almak benim için yeni. Kırılganlığımın gücünü keşfetmem de öyle. Çok değil birkaç yıllık bir mesele. Şimdi günlüklerimi okuyunca şaşırmam; duygularımı, ihtiyaçlarımı korkmadan söyleyebilmenin hafifliğine alışmış, görebildiğim yaralarımı şefkatle sarabilmiş olmaktan.


Bahsettiğim yaralar, tutukluklarım, "zayıflık" sandıklarım, maskelerim, kırgınlıklarım, güvensizliklerim, öfkem ya da acım değildi. Hepsinin beslendiğini keşfettiğim varoluşsal bir yerdi. O yer, yani içimin deliği, ben henüz küçükken açılmıştı ve bütün hikayem bana kendini onların penceresinden yazdırmıştı. Anladığım oydu ki tepki ve davranışlarımın çoğu en derindeki yaralarımın tezahürleri.


Günlükleri yayınladıktan sonra hem yeni hem eski dostlarımdan, hem de sosyal medyada beni okuyanlardan şaşkınlıklı tepkiler aldım. "Hiç kimse göründüğü gibi değil" döküldü dudaklarımdan cevap olarak. Yalnız alışılageldiği gibi bir güvensizlik, hayal kırıklığı ya da çelişki düşüncesiyle değil. "Herkesin sakladığı bir şeyler vardır" önyargısıyla da değil; "kabul" ile. Karşımdakini yargılamadan dinlemek, olduğu haliyle kabul etmek ve onun hakkında kendi yazdığım bir hikaye seslendirmemek... O yüzden düzelttim söylediğimi: "Hiç kimse benim gördüğüm kadarı değildi."


Mesela benim içimde 11.698 gündür yaşadığım bütün deneyimlerden, aldığım yaralardan, şahit olduklarım ve hatta unuttum sandıklarımdan, anılarımın gizli özneleri ses, koku, doku ve tatlardan, on binlerce yılda şekillenmiş bir kültürün öğrettiklerinden, anne ve babamın atalarından bana aktardığı yaralar ve hikayelerden oluşmuş muazzam bir ağ var kimsenin bilemeyeceği; ama nadiren "kendininkine benzeyen minicik bir parçasını" sezebileceği... Bazen bir söz, ağımın küçücük bir yerine bağlanırken, başka bir gün aynı söz taa öteki uçtaki bir anıyla bağ kuruveriyor ve o beni çok çok eskiye götürüyor. Patlayıveriyorum mesela ya da kaçıyorum alıştığınızın dışında... Ve bence insan olmak diye işte tam da buna deniyor. Parmak izi ne kadar farklı ise, zihin ve deneyim haritamız da öyle. Biricik.


Hepimizin duygu ve tepkilerinin ardı bu biriciklikle öyle dolu ki... Ve davranışlarımız korkulardan, sosyal kaygılardan ve özdeğer, özyeter, özsevgi gibi varoluşla ilgili yaralardan öyle çok besleniyor ki... Dışarıdan çelişki gibi görünen şeylerin hepsi içimizde bir bütün; hem de nedenli, sonuçlu ve ilişkili. Çünkü dışım, hep ve her zaman içimden geliyor. Bir "maske" takıyorsam dışıma misal; bu içimdeki bir korkudan kaynaklanıyor. Korkumu anlayıp, içimi gördüğümde, onun adı artık maske olmuyor, bir yargı içermiyor da sadece "korku" oluyor. Adını koyar koymaz hissettiğimin içim dışım oluyor, dışım da içim...


Biz sadece küçücük bir parçasıyla ilişki kuruyoruz karşımızdakinin. Bir bağ, bir köprü kuruyor ve onun ulaştığı yer kadarını biliyoruz. Bunun adına da o kişiyi tanımak diyoruz. Belki de zamanla o bağın dışında kalan kısımlarının varlığını bile unutuyoruz. Bazen öteki ile ilgili yazdığımız hikayeye öyle alışıyoruz ki dinlemeye bile gerek duymuyoruz, soru sormak gelmiyor aklımıza; anlaşılmış hissetmiyor o da kendini. Anne babanızın, eşinizin bile sizi tanımadığını düşündüğünüz anlar oldu mu? İşte onlar, bize dair yazılmış bir hikayenin ait olamadığımız, içimize batan köşeleri...


Herkesin benim gördüğüm kadarından çok çok fazlası olduğunu bilmek, iyi geliyor bana ilişkilerimde. Sosyal medyada takip ettiğim, okuduğum insanlar hakkında bir hikaye yazmıyorum mesela ve de şaşırmıyorum başka bir halleri ile karşılaştığımda. Ya da karşılaştırmıyorum kendimle ve sahip olduklarımla. Bunu bildiğimde etiketlemiyorum ilişkide olduğum insanı. "Seda böyledir." cümlesi geçerse eğer aklımdan hatırlatıyorum kendime içimdeki buzdağını. Karşımdakinin bütün hikayesini bilemeyeceğimi bilmek korkutmuyor beni, seviyorum bu hali. İçten bir merak geliyor peşi sıra çünkü ve de en sevdiğim can kulağı. Sonra? Sonra açıyorum ondan öğrenmeye kendimi ve büyüyorum, şifalanıyorum.

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir bu yazının düşündürdükleri üstüne bir şiirsel bir yazı... http://siirselhaller.blogspot.com.tr/2017/04/herkes-gibi-bence-sen-de-simdi-herkes.htm teşekkürler...
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.