Sandalyeye tünemek mecburi değildir

Geçen aralık başıydı. Günlerden pazardı. Öğleyi biraz geçiyordu. Acıktım, kalkıp yemek hazırladım kendime. Tavada salçalı sosis, beyaz peynir, biraz da domates. Domateslerin üzerinde azıcık zeytinyağı gezdirdim, naneyle kekik serptim. Portakal desenli, neşeli bir bardağım vardı, onu çıkardım. Tabağımı süsleyip mutfak tezgâhının üzerine koydum. Tek başıma da yesem, sofram güzel görünsün istiyorum. Öyle iyi hissediyorum. Sevdiğim radyo kanalını açtım. Tost makinesinin fişini taktım ki iki dilim ekmek ısıtayım. Kapağı açık duran dolabın üst rafına elimi attım, ekmeği bulamadım. Parmaklarımın ucunda yükseldim, yok.


Dört kat aşağı inip on dakika yürümek, sonra geri dönüp dört kat yukarı çıkmak istemiyorum. Hayal kırıklığı içinde çubuk kraker, tuzlu bisküvi veya benzer bir şey var mı diye bakıyorum. İnce bulgurla göz göze gelince duruyorum. Sıcak su eklersem bir dakikada hazır. Kahve makinesinde su ısıtıyorum, işlem tamam. Sosisleri sıkıştırıp tabakta bulgura da yer açıyorum. Tadı ekmekten daha güzel geliyor. Niye bugüne kadar aklıma gelmedi ki?


Kapı açılıyor. Ev arkadaşım içeri giriyor. “Ne güzel kokuyor” diyor. Ona da bir tabak çıkarıyorum. Çok beğeniyor. İlk defa sosisle bulguru bir arada yediğini söylüyor. “Sizin geleneksel yemeklerinizden biri mi?” diye soruyor. “Değil” deyip özet geçiyorum, gülüyoruz. Üzerine Türk kahvesi yapıyorum, ona da ikram ediyorum.


Ertesi gün, daha ertesi gün, o ay, sonraki ay ince bulgur ekliyorum yemeklerin yanına. Soğuklarda sıcacık geliyor, içimi ısıtıyor. Bakıyorum, içimden sandviç hazırlamak gelmiyor, dışarıda atıştırmak da. İki ders arası eve geliyorum, okul yakın. Ekmek almaya ihtiyaç duymuyorum. O günlerde fark ediyorum. Ekmek almadıkça bozukluklarım artıyor. Gidip kendime tiyatronun kafesinde kahve ısmarlıyorum.


Alışkanlıkların değişebileceği üzerine düşünmeye başlamam, o günlere tekabül ediyor. Duruma göre şekil almak, bunu acı duymadan, kendine acımadan, kahretmeden, küfretmeden hatta tam tersi keyfini çıkararak gerçekleştirmek mümkün aslında. İnsan evlâdı, bazen ezbere keyifleri yüzünden, hayatın sunduğu diğer keyifleri ıskalayabiliyor. Oysa bakış açısını değiştirse, başka şey görecek.


O pazar öğleden sonra, “ekmeksiz yiyemem” deyip kendimi sokağa atabilirdim. Sıcak iki dilim ekmek yiyeceğim diye süslediğim yemeği soğutabilirdim. Bunun yerine mutfak dolabını karıştırınca bambaşka bir tat keşfettim. Muhtemelen daha iyi beslendim, bilhassa o günlerde bedenimin buna çok ihtiyacı vardı. Sanırım biraz kilo da verdim.


Hadisenin devamına bakış açısı da önemliydi. Canım artık ekmek istemiyor diye bana kalan bozuklukları kâr sayabilirdim. Belki TL kazanıp Euro harcayan biri olarak haksız da sayılmazdım. Ama bu duyguya girmemeyi tercih ettim. Onu tanıyorum, su boğazını geçti gibi geliyor, yüzeyde kalmak için çırpınman gerekiyor. Bu yüzden kumbara yapmak yerine gidip kendime o kahveleri ısmarladım. İyi de ettim. Giderlerimi azaltacak yeni yolları, o kahveleri içerken düşünebildim.


Dokuz ay geçti. Hâlâ yeni yollar geliyor aklıma. Hayatımda “gider” dediğim hareketlerin de bakış açıma bağlı olarak değiştiğini görüyorum. “İhtiyaç”, “lazım” sözcükleriyle yan yana getirdiğim “giderler”, aslında çoğunlukla ihtiyaç değiller, lazım değiller ve gitmeyebilirler!


Alışveriş merkezinden yeni elbise almak ihtiyaç değil mesela. İndirimi beklemek, ikinci ele kaymak bir çözüm olabilir ama konu daha az ödemek de değil. Üç elbisen varken, yenisinin ihtiyaç olmadığını idrak etmek. İhtiyaç, olmadan yaşayamayacağın şeyin adı. O olmadan yaşayamıyorsan, evet lazım.


Bu durumda dördüncü elbise, ikinci sandalet, kırmızısı kolundayken diğer koluna geçirip aynada incelediğin mavi çanta lazım mı veya ihtiyaç mı? Değil. Bugün görüyorum ki, asıl önemli olan, fazladan edinmek istediğin neyse, onu almamak için kendine mani olmak değil, ona gerçekten ihtiyacın olmadığını hissetmek.


Meyve, sebze başta olmak üzere, artık çöpe yiyecek atmayacak hale gelmemin sebebi de bu his. Lazımı gerektiği kadar alınca, dolapta ne var ne yok biliyorsun. Çulun çaputun fazlası neyse, yiyecek içeceğin fazlası da o, zaman içinde kavrıyorsun.


“Dışarıda yemek” kavramına bakış açımı değiştirince, önümde kendiliğinden pencereler açıldı. Mesele “dışarıda” olmak, lokanta sandalyesine tünemek ne zorunluluk, ne de ayrıcalık. Banklarda, su kenarlarında, parklarda, ağaç gölgelerinde, hiçbiri yakında değilse yaşadığın ya da çalıştığın binanın bahçesinde, evde nefis sosuyla beraber kendi ellerinle hazırladığın leziz salatayı afiyetle yiyebilirsin. Yanında paylaşacağın, iki çift laf edebileceğin biri de varsa senden iyisi yok.


İnsan üstü kirlenecek diye toprağa, çimene oturmaktan çekinmeyince çok rahat ediyor. Oralara senden önce oturanların düşürdüğü domates çekirdeklerinin kendiliğinden fideye dönüştüğünü görünce kendine soruyorsun. “Toprak, ona ektiği bir tohumu misliyle geri veriyorsa, insan karnını nasıl doyuracağını niye düşünsün ki?”


Basit hayat için tek ihtiyaç bir parça toprak, bir çift lastik çizme galiba. Konu ince bulgurdan açıldı, nerelere geldi. Demek istediğim şuydu aslında. Bazen koşullar çok zorlayabilir, ama en az bir çıkış yolu vardır. Her yol, başka bir yola açılır. İnsan yeter ki ezberini bozup yeni yollar arasın.

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir Hayatimizi ve yaptiklarimizi gozden gecirdigimiz zaman bir cok konuda yenilik yapabiliyoruz yeterki bakis acimizi dusuncelerimizi degistirelim
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.