Ya 13 yaşındaki kızların seçme hakkı?
17 yaşında türbanını çıkardı. İçinde yetiştiği muhafazakâr kültürü eleştirdiği bir roman yazdı. “Yaşayacağım” ismini verdiği romanı yayınlandıktan sonra ölüm tehditleri almaya başladı. Yaşadıkları televizyon programlarında tartışılırken, halen aynı çatı altında yaşadığı ailesi tarafından reddedilen Lale Gül, can güvenliği için bir otele yerleştirildi.
Lale, ailesinin yaşamaya zorladığı hayatı reddetme ve yaşadıklarını anlatma cesaretini gösterebildi. Hollanda hukuk ve güvenlik sistemi sayesinde halen hayatta ve kendisini “Allah’ın adına barbarca kafanızı keseceğim” diyerek tehdit eden Oğuz Ö. cezaevinde.
Lale, hayatta olduğu ve korunduğu için şanslı. Ne yazık ki Türkiye’deki akran hemcinsleri onun kadar şanslı değiller. Türkiye’de muhafazakâr ailelerde doğup büyüyen kız çocukların nelere mecbur edildiklerini anlamak için Lale’nin hikâyesini okuyup bir kenara koymamamız gerekiyor. “İsteyen takar, istemeyen takmaz” deyip geçilen türbanın, öyle istemeyince takılmayan bir şey olmadığını anlamak ve türbanı takanın özgürlüğüne indirgememek için Lale’nin hikâyesine bakmaya ihtiyacımız var.
Lale Gül'ün "Yaşayacağım" isimli kitabı Hollanda'da Şubat 2021'de yayınlandı.
“Türban takma özgürlüğü”, son on beş yıldır konuşuluyor. Kamusal alana girmesi, taraftarlarınca siyasi zafer olarak kabul ediliyor, kimi laikler ise demokratik kazanım ifadesini tercih ediyor. Bu tartışmaları dinlerken şaşırmamak mümkün değil. Çünkü konuşanlar arasında, akademik terbiyeleri gereği konuyu tek taraflı bakış açısıyla değerlendirmenin açıkça yanlış olduğunu bilenler var ve türbanı “takma özgürlüğü” çerçevesine sığdırmakta ısrarlılar.
Oysa türbanı veri koşul kabul etmeyi bırakıp, durduğu yere nasıl geldiğini anlamak için daha geriye gitmek, kadının türbanı ne zaman, nerede, nasıl, hangi koşullar altında taktığını da konuşmak gerekiyor. Lafı dolandırıp konuyu dağıtmadan, türban taraftarlarıyla ters düşme endişesi taşımayı bir kenara bırakıp net kelimeler seçerek.
Üzerinde mutabık kalmamız gereken gerçek şu: Türbanı kızın kafasına ailesi takar. Aile muhafazakârsa kızına türban taktırır, değilse taktırmaz. Kız çocuğu türbanı evde, on üç yaşına geldiğinde, seçeneği olmadan takar. Annesi ya da evdeki yaşça kendisinden büyük bir kadın getirip türbanı uzatır. Kız gönüllü olmasa bile, itiraz halinde başına gelecekleri bildiğinden alır takar. Bütün kapalı on üç yaşındaki kızların “Yaşasın, büyüdüm artık, ben de türban takıyorum” deyip sevinç içinde başına türban bağladığını söylemek safdillik olur. Yani türbanı isteyenin taktığı nasıl doğru değilse, istemeyenin takmadığı da doğru değil.
Şöyle bir sahne yaşandığını hayal edebilir miyiz? Anne veya evden biri genç kıza bir başörtüsü uzatır ve şöyle der: “Kızım, biz örtünmeni doğru buluyoruz, ama tabii son karar senin”. “Sağ olun, ama şu anda örtünmeyi düşünmüyorum.”
On beş senedir türban takma özgürlüğü konuşuluyor. Türban çıkarma özgürlüğünden bahseden yok. Neden? Bugün Türkiye’de kaç kadın “Ben artık açılmaya karar verdim” deyip başındaki örtüyü çıkarabilir? Bu kararını kocası, babası, ev halkı ve sülale nasıl karşılar? “Kafa onun, örtü onun. İster takar ister çıkarır” mı derler? “Tamam hayatım”, “Tamam canım”, “Sen nasıl istersen” deyip öylece yaşamaya devam mı ederler?
Türkiye’de kadınların nasıl kapandıkları ve açıldıkları üzerine yapılmış bir araştırma yok. Ama istemediği halde türban takmak zorunda kalan çok kadın var. Hikâyelerini Amsterdam’da yaşayan Lale gibi kitap yazarak değil, alçak sesle birbirilerine anlatıyorlar. Arkadaş arasında, kadınlar arasında anlatılıp kalıyor bu hikayeler.
Kocaeli’nden birini ben anlatayım. Ayşe olsun adı. Regl olduğu gün annesinin getirdiği başörtüsünü başına bağlıyor. Ağlayarak. Dayak yiyeceğini bildiği için itiraz edemiyor. Sonrasında, üniversitede okumak için geldiği İstanbul’da da çıkaramıyor türbanını, gören olur da ailesine haber eder diye. Fişlenmeyeceği ama rahat edeceği bir çözüm buluyor. Şapka takıyor. Görenin asla türban diyemeyeceği rengârenk şapkalar alıyor. Fakat mecburiyeti bununla sınırlı değil. Evde baş ucunda hep bir seccade duruyor, asla serip üzerine oturmadığı. Babası aniden gelirse namaz kıldığını düşünsün diye. Ve bu genç kız bir gün İstanbul’daki evinde intihar ediyor. Ailesi “Aslında hiçbir sorunu olmadığını, aralarının gayet iyi olduğunu” söylüyor. Başı açık bir kuzeni ve yakın arkadaşları, başını örtmek ve namaz kılıyor gibi yapmaktan, dinî inançları güçlüymüş gibi davranmaktan ötürü çok mutsuz olduğunu birbirlerine hatırlatıyor.
İntihar çok mu abartılı geldi? Peki, şöyle devam edeyim. İstatistik yok. Bunlar günlük hayat içinde anlatılıp uçup giden hikâyeler. Ama bunun basılı bir kitabı var. Gülay Atasoy’un "Nasıl Örtündüler?” kitabında Emine Erdoğan’ın örtünme hikayesi yer alıyor. Örtünme hikayesini anlattığı röportajda, “İntihar etmeyi düşündüm” diyor. Sonradan yanlış anlaşıldığını söylediği sözler, başka türlü anlaşılmaya fırsat bırakmayacak derecede açık.
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmanın hangi anlamlara geldiğini konuşurken, muhafazakâr ailelerde yetişen kız çocuklarının seçme özgürlüğünü de masaya getirmeliyiz. Kadının nerede, nasıl, ne zaman, hangi koşullarda taktığını konuşmadan, türbanı isteyenin taşıdığı, istemeyenin taşımadığı masum bir aksesuar olarak göremeyiz. Böyle görülmesine izin veremeyiz, vermemeliyiz.
Anlatılmayan, yayınlanmayan zorlama hikâyesi kalmasın:
ozcanperi@gmail.com
6 Temmuz 2021 tarihli düzeltme: Yazının yayınlandığı gün, Gülay Atasoy’un yerine Tulûhan Tekelioğlu’nun ismini kullandığım için bu iki isimden ve okurlardan özür dilerim. Bu hata, adı geçen kişilerin Emine Erdoğan ile yaptıkları röportajları, Türkiye’de bulunmadığım için arşivlerden bizzat kontrol edemeyip hafızama güvenmemden kaynaklandı.
YORUMLAR