Vermek
Hayatımı bir kez daha torbalara doldururken arkadaşıma mesaj yazıyorum. “Pazar günü müsaitsen eşyalarımı senin arabanla taşıyabilir miyiz? Bagajla arka koltuk yeter, ben de öne otururum.” “Gelirim tabii” diyor, “ne az eşyan varmış.”
Tişörtlerle taytların yanına ayakkabıları sığdırmaya çalışırken içimden “daha da az olabilirdi” diye geçiriyorum. Aralarında hiç giymediklerim var. Ama hâlâ giyme hayalleri kuruyorum ki, yanıma alıyorum. Birkaç tayt birkaç tişörtle yaşayıp giderken niye bunları sırtlandığımı düşünüyorum. Ablamın pazardan ben severim diye seçip aldığı giyilmemişleri tutmam normal de, diğerlerini niye birine vermiyorum? Aynı beden bir arkadaşa, benden daha fazla severek giyecek birine, mesela bir genç kıza, sokakta eski-yeni eşya bekleyen kutuya... Bir elbise, bir mont ayırıyorum ama kendime söz veriyorum, yeni eve geçince çok da uzun etmeden yarısını elden çıkaracağım.
Niye dönüp dolaşıp giymediğim giysileri elden çıkarma konusuna geliyorum? Burada beni huzursuz eden bir şey var. İhtiyacım olmayan bir şeyi, ona ihtiyacı olan biri varken kendimde tutmaktan rahatsız olduğumu fark ediyorum. Bunun adı “elden çıkarmak” mı? Doğru kelimeler bunlar değil sanki.
Biraz dinlenmek için oturuyorum. Eve, torbalara bakarken fark ediyorum. Her gün hayattan, birilerinden, başkalarından, bir yerlerden bir şeyler istiyorum, bekliyorum. Dileklerim gerçekleşince seviniyorum. Sonra gerçekleşeni unutup yeni bir şey talep ediyorum. Hep bir beklenti hali. “Ah bir de şu olsa...” Peki ben hayata, birilerine, başkalarına ne veriyorum? Ne verebilirim?
İstemeye, almaya öyle alışmışsın ki, vermek deyince aklına sadece kullanmadığın eşyaların geliyor. Kullandığın, işine yarayan şeyleri paylaşamaz mısın? Annenin yaptığı reçeli, sardunyanın bir dalını, okuduğun kitabı, sevdiğin tatlıyı, yaptığın yemeği.
Biz bu çağın insanları paylaşmayı sevmiyoruz, aklımıza bile gelmiyor. Evimizden, çantamızdan, cüzdanımızdan bir şey çıkarınca fakirleştik zannediyoruz. Halbuki bizi fakirleştiren kapağı zor kapanan gardıroplar, iki kapılı buzdolaplarında çürüyen meyve-sebzeler, içinde kelebekler uçuşmaya başlayan bakliyat kavanozları, hatta bankada biriken biriken biriken banknotlar.
İnsanı asıl fakirleştiren sahip oldukları mı? Tam olarak öyle diyemeyiz. Daha ziyade hanesine, çantasına, cüzdanına gireni tutması, tutunup bırakmadıkları, hep onda kalsın istedikleri, vermeye kıyamadıkları.
Hep istemek, yokluk duygusundan, hep ekside hissetmekten. Onca şeye sahipsin ama hâlâ almak, biraz daha almak, biraz daha biraz daha almak istiyorsun. Gardırobun dolu ama vitrinlerin önünden geçerken mankenlerin üstündekiler de senin olsun istiyorsun. Bir şey yiyip içesin yok ama kafelerde restoranlarda oturanların yerinde olmak istiyorsun. Ne kadar alsan o kadar istiyorsun, ne kadarı senin olsa bir o kadarı daha senin olsun istiyorsun. Sürekli bir yokluk, yoksunluk hissi. Bu sadece bu çağın suçu olabilir mi? Aklın yok mu? Elindekileri tutmaktan tek başına, kendi kendine vazgeçemez misin? Aradığın huzuru fiyat etiketlerinin gerisinde, istiflemekte bulamayacağına kendin kanaat getiremez misin?
Sen de her gün hayata, birilerine, başkalarına bir şeyler veremez misin? Mesela komşuna selam, çiçeğe su veremez misin? Bir çocuğa gülümseyemez misin? Annenin kek tarifini arkadaşına yazamaz, yüzüne sürdüğün kremin adını sorana söyleyemez misin? Versen, desen ne olur? Biterler, sana kalmazlar mı?
Hep istiyorsan hep “bende yok” duygusundasın ve her sahip oluşunda bu duyguyu besliyorsun. Tatminsizliğin bundan. Oysa asıl zenginlik vermekte. Veriyorsan “bende var” durağındasın. Verdiğinin maddi değeri yoksa, işte kek tarifi gibi tebessüm gibi selam gibi, dünyada senden zengini yok.
Zengin olmak aslında ne kolay.
YORUMLAR