Ses yok
Bilgisayar ekranına bakarak “Alo” demek tuhaf. “Alo... Ben seni duyuyorum, sen beni duyabiliyor musun?” Düzenli olarak bütün sevdiklerimle konuşamıyorum. Bunun mesafeyle bir ilgisi yok. Kendimi kandırdığımdan değil. İstanbul bir avuç sevdiğimin, hattâ beraber iş yaptıklarımın bile yüzünü zaten göstermiyordu. Çalışıyorduk, eve koşuyorduk, uyuyorduk, uyanıp yine çalışıyorduk. Birbirimizin telefonunda hep cevapsız çağrı oluyorduk. Sonra konuşurken başka biri arıyordu. “Tamam canım, biri arıyor açmam lazım, haftaya mutlaka” diye kapatıyorduk. Bir bakıyorduk aradan bir ay geçmiş konuşmamışız, iki ay geçmiş bir kere birbirimizi görmemişiz.
Oysa birbirini görmek nefes almak demek. Sevdiklerinin yanındayken nefes alabiliyorsun. Hangisinin sesini uzundur duymadıysan beynin sinyal veriyor. C vitaminsiz kalınca gece yarısı koşup mandalina yemek gibi. Aramak istiyorsun.
İki ay olacak, Çağla’yla konuşmuyoruz, yine. Oysa ona diyeceklerim var. Onun da bana diyecekleri var. Birimize bir şey olsa, bir cumartesi bir yere gitsek de parça parça olsak meselâ, diyemediklerimiz ömür boyu göğsümüzde durur.
Geçen cumartesiden beri kendi küçük hayatımdaki herkesi bir bir aramak, seslerini duymak istiyorum. Ses de ten gibi değdiğinde iyileştiriyor. Gitmesen de görmesen de orada olduklarını biliyorsun seslerini duyduğun zaman.
Hepimizin şu hayatta tutacak el gibi değecek bir sese de ihtiyacı var.
Hayatın bittiğini artık ses olmadığında anlıyorsun.
Bir arkadaşımız giderken cami avlusunda duyduklarımı hiç unutmuyorum. “Ses yok. Bakıyorum, gömlekleri montları dolapta, botları kapının yanında. Ses yok. Ölüm böyle bir şey mi? Ne yapacağız biz? Allah’ım ne yapacağız biz?”
“Ses yok.”
Gidenin geride bıraktığı sessizlik çukur gibi. Ama toplu kıyımların ardından, kalanların gömüldüğü sessizlik daha büyük bir çukur.
Hayatımızdan “hadi barışalım” diyen yüz kişi çalındı. Hafıza, çok değil yedi-sekiz yıl önceki manşetleri, aynı lafları söyleyenlerin sözlerini yüzlerini getirip ortaya koyuveriyor. O zaman en çok konuşana, her gün her gün ama her gün konuşana bakıyorsun mesela, şimdi bir şey demiş mi diye. Yok, lüzum görmemiş, kelimelerini zayi etmek istememiş herhal. Belki bir film çeker ortalık durulduktan sonra ya da bir şiir söyler. Belki başını ağrıtmayacak filmler çekme ihtimalini seviyordur. Bunların aklında gidip gelmesi medet umduğundan, diyecekleri bir coğrafyanın kaderini değiştireceğinden değil. Bir kere konuşanın, konuşa konuşa kendinden konuşturanın bir daha susmaya hakkı olmadığından. Ayıp olduğundan.
Sükûtun altın olmadığı zamanlar var. Cana kıyıldığında nasıl sevinilmezse susulmaz da. Eski dostundur, dava arkadaşındır, hadi uzak insan olsun görüşmediğin komşundur, bayramda aramadığın akrabandır, çocuğunun teneffüste top oynadığı arkadaşıdır. Hiçbir şeyin değilse müşterindir, yazıp çizdiğini, söyleyip oynadığını kaç kereler satmışsındır.
Seni sen yapan bir kentin kalbinde kıyım olduysa susmazsın. Kırmızı Pazartesi’den daha kırmızı bir cumartesi yaşandıysa, gözyaşları kızıl akıyorsa susmazsın. Tribünler önünde kürsüye çıkanın, konuşa konuşa kendinden konuşturanın bir daha susmaya hakkı olmaz.
Sükût her zaman altın değildir. Konuşarak kazandıklarını susa susa kaybedersin.
YORUMLAR