Sosyalistler de sever
Sonra arabalara bindiriliyoruz. Toplum Polisi’nin “asayiş olaylarında” kullandığı kocaman ve hantal arabalara üçer beşer sürüklenip, içeriye fırlatılıyoruz. Hava kararmış. Arabaların iç ışıkları yanıyor. Sıralara sığışmamızı söylüyorlar. Tıklım tıkış oturmaya çalışıyoruz. Ayakta kalanları, polisler tekme tokat, oturanların üzerine yıkıyorlar.
1971 Mart ayında, Ankara’da polislerin gaz bombası, basınçlı su ve plastik mermili silahlarla Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Yurdu’na yaptıkları baskın sona ermiş. Yurdun bütün kapıları kırılmış. Yurtta kalan öğrenciler , dövüle dövüle dışarıya çıkartılmış ve şimdi de “merkeze” götürülmek üzere, arabalara bindiriliyor.
Polisin sözüm ona koruması altında arabalara sürüklenirken, nereden çıktıklarını ve kim olduklarını bilmediğimiz, durmadan marşlar söyleyen kalabalık bir grubun saldırısına uğruyoruz. Bizi güya koruyan polisler, kollarımızdan çekerek bu gözü dönmüş adamların ortasına itiyor.
Onlar sopalarla bize vururken, polisler ellerimizi tutuyor. Bir polis şefinin “kafalarına vurmayın, sırtlarına vurun” diye bağırdığını duyuyoruz. Eli sopalıların bizi dövmelerine “yeteri kadar” izin veren polisler, sürükleyerek bizi arabalara tıkıştırıyor.
Araçlar hareket eder etmez, içerideki tüm ışıklar söndürülüyor. Asıl vahşeti işte o zaman yaşıyoruz. Karanlıkta göremediğimiz polisler, acımasız bir şekilde saldırıyor. En ağza alınmayacak küfürlerle her yanımıza vuruyorlar. Saçlarımızdan çekip, kafamızı camlara çarpıyorlar. Gülüyorlar, “camlar kırılırsa parasını nasıl olsa bunlardan alırlar” diye konuşuyorlar.
Arka sıralara oturtulmuş kız öğrenci arkadaşlarımızın çığlıklarını duyuyoruz. “Senin annen, kız kardeşin yok mu, ellerini çek” diye bağırıyorlar. Onlara yardım etmek için her ayağa kalkışımızda, coplarla, yumruk ve tekmelerle yerimize oturtuluyoruz. Koridora boylu boyunca yatırdıkları öğrencilerin üzerinde hınçla zıplayıp, “partilerde böyle dans ediyorsunuz değil mi” diye gülüşüyorlar.
Gençlik Parkı yakınlarındaki toplum polisi merkezinde, kimlik tespiti için bekliyoruz. Dayak yine sürüyor. “ Ne bitmez bir kinmiş bu” diye düşünüyoruz. Koridorlara serilmişiz. Yüzümüz gözümüz morarmış. Sevgili Nermin Abadan Unat hocamızın bizi ziyaretinden sonra gazetecilere söylediği gibi, “çocukların sırtı emprime kumaş desenine dönmüş” bir haldeyiz.
Sabaha karşı, yanımdaki arkadaşım “korkuyor musun” diye soruyor. Elbette korkuyorum. Nedenini bir türlü anlayamadığım bu gaddarlıktan, bu bitecek gibi görünmeyen kinden korkuyorum.
“Sevdiğin birini düşün, korkun hafifler” diyor. Böyle bir durumda insan sevdiği birini nasıl düşünebilir ki?
Sonra, Hukuk Fakültesi’ndeki kız arkadaşımı düşünmeye koyuluyorum ve şaşırıyorum. Ara sıra fakülte civarındaki mütevazı bir pastanede buluştuğumuz kızın, saçları, çenesindeki gamze, hep sanki bir yere yetişecekmiş gibi telaşlı yürüyüşü tüm canlılığıyla gözümde beliriveriyor.
O an gerçekten de korkum hafifliyor. Neredeyse gülümsemeye bile başlayacağım. Rahatlıyorum…
Gazeteci, televizyoncu, medya yöneticisi ve yazar Orhan Girgiç’in piyasaya yeni çıkan kitabı, “Sosyalist”i okurken, ben de bu anılarımı aklıma getiriyorum işte. 1971 Mart ayında, askeri darbeden az önce Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Yurdu’nda kalan çok sayıda arkadaşımla birlikte yaşadığım o vahşeti ve “sevdiğin birini düşünmenin” yarattığı o iç ferahlığını ve korkudan kurtuluşumu hatırlıyorum.
Boyut Yayınlarından çıkan ve tam adı “Mücadelenin ve Aşkın Romanı, Sosyalist” olan kitapta Orhan Girgiç, kendi yaşamından da kesitler aktararak Türkiye’nin zulümle geçen karanlık günlerini ve o karanlığın içinde bir ışık gibi yükselen, kocaman bir sevdayı anlatıyor.
“27 Mayıs 1960’tan önce Anadolu’da sosyalist olmak…12 Mart 1971’den önce sosyalistler arasında ortaya çıkan yol ayrımları…12 Eylül 1980 darbesinin açtığı derin yaralar…Cumhuriyet döneminin on yıl arayla yaşanan üç kanlı darbesine giden ve birbirlerine tıpa tıp benzeyen karanlık yollar…”
Orhan Girgiç, kitabında sosyalist Tarık’la öğretmen olabilmek için çırpınan taşralı kız İnci’nin mücadelelerini ve onca çile içinde birbirlerine ve bu güzelim ülkeye duydukları sıcacık aşkın öyküsünü anlatıyor.
Nedir, aslında bu öykü sadece Tarık ile İnci’nin değil, sizin, bizim, hepimizin öyküsü. Kocaman bir kuşağın öyküsü.
Şu yaşadığımız günlerde bir şeylerden korkuyorsunuz değil mi?
“Sevdiğiniz birini düşünün”.
Eşinizi, çocuklarınızı, anne babanızı, kardeşlerinizi, arkadaşlarınızı, sevgilinizi, sıkı şairleri, ressam, müzisyen, sinemacı, tiyatrocu cümle sanatçıları, şimdi hayatta olmayan eskinin iyi insanlarını, kedinizi, köpeğinizi, kuşları ve balıkları düşünün.
İnanın, korkunuz, korkumuz hafifleyecek…
YORUMLAR