A yüzü, B yüzü...

Geçenlerde Rolling Stone dergisinin müzik eleştirmeni Rob Sheffield bir konuşma yaptı. Konu da mükemmel: ‘Hayatınızın soundtracki ne?’ Bize soracak sanarak gittim, meğer kendi müziklerini anlatcakmış, olsun, tatlı tatlı anlattı bitti. Sonra düşünür oldum ben de: ‘Ne çalıyor benim kasette?’ Biraz karışık kaset vaziyetleri. A yüzü İzel’le Deniz Seki’nin eski günleri gibi aralarda Stevie Wonderlar, Michael Jacksonlar, B yüzü kes kendini vur yerlere; eski Yeni Türkü’ler, öyle şarkılar olsun ki ama sözler Aysel Gürel imzalı.. Anlatamadım Rob’a. Gerçi geldik geleli, seslerle bazı hislerim kısılıyor içimde.


Sesimi unutur muyum acaba? Ya da bağırmayı? Çünkü geldiğimden beri kimseye bağırmadım. Beni ona ‘Sayın memurum’ demeye zorlayan bir polisten ve beni kazıklamaya çalışan Hintli bir taksi şoföründen başka. Onlara da, ‘Sizi ayıplıyorum’ derken sesim az çıkıyordu. Polislerin ve taksi şoförlerinin memleketleri değişse de kumaş aynı. Sıkıntı var o kumaşı üstüne saranda. Lakin iki vakadır hepi topu başıma gelen, daha çok değil.


Burada reflekslerim zayıflıyor olabilir. Henüz sokakta, metroda, otobüste, trende kimse beni ittirmedi, topuğumun dibine dibine basan da olmadı. Yağmur yağdığında kafamın bıngıldağına da şemsiye yemedim daha. Karşıdan gelen seni görünce kaldırıyor şemsiyesini. Kafamı kaktıran kaç kişiyi sırtından dürtmüşümdür İstanbul’da, burada şemsiyem bile unuttu eski muhabere günlerimizi.


Cümlelerim de değişiyor yavaştan. Bir de bana edilenler. ‘Hayat sana güzel’ciler yok artık. ‘Kaç para kira veriyorsunuz?’ ya da ‘Kaç para kazanıyorsun?’ diyen olmadı daha. Ha sağolsun teknoloji, o sorular Türkiye’den ulaşıyor buraya. Uyuzluk bir telefon kadar uzakta. Elimde hep çakıl taşlarımla durduğumdan, çekiçlerle çivileri olanlara hep şaşırmıştım. Bak çivileri de unutuyorum burada.


Kıyıdan da çok uzaklaşmamak için aralarda bakıyorum Twitter’a. Suskunluğum asaletimden değil şaşkınlığımdan ve galiba küstüm ben oraya, her baktığımda başka bir fırtına. Bir bombanın parçası buraya bana bile sıçrıyorken, olay yeri inceleme ekipleri geliyor bilgisayarların başına, uzun sürmüyor, bir derbi nasılsa bütün cesetleri gömüyor. Sonra bir çocuk ölüyor, sarı lacivert renkleri severmiş, bir de bir kızı, onun tabutu da Meireles’le Sabri’yle Volkan’la bilmemkimin kramponlarının altında. O retweetler Fatiha yerine mi sayılıyor? Yazık o tuşa. Sonra diziler başlıyor. Görüyorum, içinizin astarı sökük, suratlarınız asık olsa da bir ahahahaha’cılık bir sdkljskfjsljkfj’cilik. Teknolojik kahkahaların haddi hududu yok. Memleketin meşhur yazarlarından biri de çıkmış o esnada, harfleri değiştirip puan toplama peşinde, ‘recep tazyik erdoğan’ diyor. İçimden ona da ‘Çok ayıplıyorum sizi’ diyorum. Zevzekliğin sırası değil zira.


Israrla, memleketten kelime oyunları yerine bir samimiyet haberi bekliyorum. Kenya’da 40 akıl hastasının hastaneden firarı gibi bir haber. Gelir mi? Beklemedeyim. Burası bugünlerde Van’da bir duvar yazısı: ‘Hava serin, mevzu derin’ Battaniyenin altında kendi karışık kasedimi dinlemeye devam edeyim. Ne demiş Cem Yıldız? ‘Sevme derler bana sevme, sevince çok üşüyorsun..’



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.