Dizilerde göremiyoruz onu çünkü heyecanlandıran bir senaryo okumamış. Gönlünde yatan ise, hayır hayır müzikal değil, bir komedi filmi. Bakın nasıl bir komedi istiyor, sektörde kadın oyuncuların yaşadığı haksızlıkları nasıl dile getiriyor...
Berrak Tüzünataç’ı diziyle, filmle beklerken dondurma tasarımıyla karşımıza çıktı. Annesi gibi çizim yapmayı çok seven ve bunu bir çeşit terapi gibi gören Tüzünataç’la bu kez bu vesileyle buluştuk. Elbette konu sinemaya, dizilere ve kadın meselelerine uzandı.
Biraz önce “Çizimim iyidir” diyordun. Ne çiziyorsun?
Annem çizer benim. Ben de çiziyorum.
Annesinin kızı...
Lisedeyken portfolyolar hazırladım. Resim okumaya niyetim vardı. Şu anda terapi olarak faydalanıyorum. Çok zevkli, bayıla bayıla çiziyorum. Yaptığım dondurma çizimi, tam benlik, 4 ayrı çizimle gittim.
Dondurma tasarlamak deyince benim aklıma 3 top dondurmadan başka bir şey gelmiyor. Neyini tasarladın dondurmanın?
Ama burada sergilenecek materyal, dondurma değil. Formu Magnum olmak kaydıyla istediğimi yapmakta özgürdüm. Renkli bir tasarım oldu.
Nasıldır dondurmayla aran?
En sevdiğim şeylerden biri. Beslenmeyle ilgili küçük dertlerim çıktı. Gluten alerjisi, laktoz intöleransı gibi... O yüzden sütlü gıdaları tavsiye etmiyor doktorlar ama dondurmada kendime o hakkı tanıyorum. Çünkü dondurmanın tadı sütlü olunca çıkıyor bence. Sorbe tatmin etmiyor beni.
Bu aralar seni sık sık koşarken görüyoruz, formuna dikkat ediyorsun. Yaşadığın bu sağlık problemleri yüzünden mi?
Biraz öyle ama yürüyüşü hep yapıyordum. Onun dışında başka şeyler de yapıyorum tabii ki.
Seni spor salonunda düşünemiyorum.
Evet bir yere üyelik fikri bile bana fazla bir bağlılık gibi geliyor.
Sürekli bandın üzerinde koşuyorsun, bir yere varamıyorsun...
O yüzden yürümek, bir yere ulaşmak, kendime belli ritüeller edinmek çok daha keyifli. Bir yere oturup kahve içip tekrar yürümeye devam etmek daha bana göre.
Mardin’deydin, yeni bir film mi?
İranlı Kürt bir yönetmen Shahram Alid’in filminde oynadım.
Vizyon tarihi?
Belli değil ama sanırım seneye.
Bu sene Oscar alan Whiplash ve Birdman’in ortak özelliği bir şeye tutkuyla bağlanan insanların başarmak uğruna verdiği mücadele... Sence zamanın adı bu mu?
Bence çağın ruhu kendin olmakla, kendine inanmakla ilgili. En büyük sorunumuz, içimizdeki sesin nereden geldiğini ayırt edemememiz. Bir kakofoni var içimizde. Aslında bence o hissi duyabilmek ve dış koşullar ne kadar sorgulamaya itse de ona sağdık kalmak, güvenmekle ilgili. O filmleri izledim Whiplash’in duygusu çok daha yoğundu. Bazı arkadaşlarımı çok sinirlendirdi, “Böyle öğretmen mi olur, saçmalık” dediler. Benim için onlar çok önemli değildi. İlham verici bir duygusu vardı. Birdman de bence başından sonuna kadar bir sanat eseri.
Az maliyetli ama etkileyici filmlerdi...
Whiplash ve Birdman bu kadar çok ödül almasıyla şunu gösterdi; az maliyetle de etkileyici fimler çekilebilir. Genelde Oscar törenlerinde daha büyük prodüksiyonlar ödül alırdı, bağımsız filmlerin çok fazla şansı olmazdı. Bu sene ödül alanlar bağımsız film ağırlıklıydı.
Acaba Oscar, biraz Cannes’a mı benzedi?
Cannes daha politik yine de; daha cüretkâr bir seçki yapıyor her zaman. Burada sanki biraz daha insana, bireyin yolculuğuna döndü gibi hikâyeler. Ki bence çağın ruhu da bireyselleşmek... Bu kampanya da bunun farkında olan zihniyetin bir ürünü. Çünkü hazır ambalajlı, herkesin alabileceği şeyi almak yerine kendi kişiselleştirilmiş dondurmanı yemek bile bütün bu paketin bir parçası. Modada da o var. Tek bir akım yok artık. Yani kendini nasıl iyi hissediyorsan öyle giyebileceğin her ihtimal var. Aslında bütün mesele kendini bulmak. Yolculuğun amacı, unutturulan kendi özünü hatırlayıp hayata öyle devam etmek. Ne kadar erken olursa da o kadar iyi.
Sen en büyük mücadeleyi nerede verdin? Whiplash’teki baterist çocuk gibi ellerin ne zaman kanadı?
Yaşına ve tecrübene göre algın da değişiyor, duyduğum birçok şeyden etkilendiğim bir dönem oldu. Birçok sorunum olduğunu ve birçok şeyi değiştirmem gerektiğini düşünüyordum. Bu kimsenin değil, benim sorumluluğum. Tekrar kendi algıma dönüp durmak istediğim gibi durabilmek, bir mücadele gerektirdi. “Ben kimseye bir şey demiyorum. Lütfen siz de herkesle ilgili öyle düşünür müsünüz?” diye mücadele ettim. Çünkü insan kendini bir anda yıkıp yeniden de kurabilir. Kimseye zarar vermediğin sürece bu hakkın. Yıkabilirsin, kurabilirsin. Bedenini de, ruhunu da, yaşadığın ortamı da... Çok yoğun bir fikir beyanına maruz kalan mesleklerden biri benimki de. Oradaki o sınırı koyabilmek zor. Aslında hayatta yönetmemiz gereken tek şey algımız. Bunu fikren öğreniyorsun ama uygulayabilir hale gelmek ödev gibi çalışılması gereken bir şeymiş. Çünkü sürekli konfor alanına kaymak istiyorsun. Orada bir sürekli kürek çekmeye devam etmek gerekiyor. Ay yaşam gurusu gibi konuştum, değil mi?
‘Hayatımda 3-4 kırılma noktam oldu’
Kırılma noktaların neydi?
Hayatımda 3-4 kırılma noktam oldu. Ancak şu da bir gerçek ki her şey bal-kaymak olduğunda insanlar çok değişim arayışı içine girmiyor. Ben de girmiyorum. Kurban psikolojisine girip kendine acır hale geldiğinde, o da bir tercih ama, sana hizmet etmeyen bir tercih oluyor. Ama bir yandan da konforlu bir tercih, sorumluluk sende değil, mağdursun. Onlar oldu, bunlar oldu, ben ne yapabilirdim, çok büyük haksızlık... Bütün her şeyi böyle açıklamak güzel ve kolay bir şey ama kronik mutsuzluğa da sebep oluyor. Özellikle kırılma noktasına geldiğin son durumda iki seçeneğim olduğunu çok net gördüm. Orada sorumluluğu almayı seçtim. “Evet sen yaptın tamam ama kendine kızma. Yapılacak bir şey yok. Buradan ne alabilirsen al ve devam et.”
‘Komedi yapmak çok istiyorum’
Ardı ardına pek çok film çekiliyor, kafanda “Şöyle bir filmde oynasaydım” dediğin bir şey var mı?
Komedi yapmak çok istiyorum. Şu an iyi bir komedi yapsam çok mutlu olurum.
Son zamanlarda çok komedi filmi çekildi. Komedi her zaman garanti. Sen nasıl buluyorsun şu anda yapılan işleri?
Ana akım bir komedi var. Bahsettiğin gibi gişesi belli. Zaten ana akım komedinin her ülkede matematiği belli. Sinema sektöründe para dönmesi ve pek çok emekçi için bu filmler, çok güzel bir lokomotif. Ama ben daha ziyade durum komedisi seven biriyim. Biliyorum ki bu konuda çoğunlukta değilim. O yüzden son dönemde Limonata diye bir film yapıldı. Bana hitap eden bir komedi var onda.
Woody Allen filmleri gibi mi?
Evet, mesela Onur Ünlü’nün çok tatlı filmleri oluyor. Onun mizah anlayışı gibi. Kara mizah seviyorum. Ama tabii ki ana akım komediden de beğendiğim işler var.
Dizide de görmüyoruz seni. Neden?
Güzel bir dinlenme süreci geçirdim ama televizyon da enteresan bir süreçten geçti. Çok heyecanlandığım bir dizi senaryosu okuyamadım. Televizyon hayatının merkezine oturduğu için gerçekten heyecanlandığın bir şeye başlamak çok önemli oluyor.
Eskisi gibi iyi diziler de yok.
Evet, ama normal herhalde. Bu bir döngü. Daha yeni soluklu işler de yerini buldu. Özge’yle Buğra’nın işi mesela... Dramada da daha farklı bir yapı üstüne kurulu işler seyircisini buluyor, buldu. Belki de bir geçiş ve değişim dönemindeyiz. ‘Kadının güçlü olması erkekler için de faydalı’
Tasarladığın dondurmanın satışından elde edilecek gelirin bir kısmı kadınlara gidecekmiş.
Kadın Emeğini Destekleme Vakfı’na yapılacak bağış benim için önemli. Çünkü kadınların bağımsızlaşması çok önemli, hem toplum hem de birey için. Tercih yapabilecek kuvvette olmaları, kendilerine güvenleri gerekiyor.
Her sektörde kadın çalışan olmak zor. Erkek oyuncuyla kadın oyuncu arasında haklar konusunda ayrım yapılıyor, değil mi?
Özellikle sinemada kadın karakter arayışında çok ciddi farklar var. Erkek oyuncunun opsiyonlarıyla kadın oyuncununkiler arasında çok ciddi fark var. Çünkü bu sektörde kadın yazar, yönetmen, prodüktör sayısı az. Hepsinin sayısı artmalı ki dengeler eşitlensin.
Erkek oyuncular çok daha yüksek ücretler alırken kadın oyuncuların daha az alması sinir bozucu...
Bu durum her sektör için geçerli. Tabii ki çok saçma bir şey. Çünkü aynı emeği sen de harcıyorsun. Bir şeyin yüzü olmaksa sen de yüzüsün, sorumlulukta da fark yok. Aynı koşullarda çalışıyorsun. Aslında bu, düzenin erkekler tarafından kurulmuş ve sürdürülüyor olmasıyla ilgili. O yüzden her kadın yazar ve yönetmen heyecan ve umut kaynağı. Ama onun dışında kendi başına iş yapan her kadın hepimiz için çok kıymetli. Emma Watson’ın Birleşmiş Milletler’de yaptığı bir konuşma vardı, feminizmin ne kadar yanlış algılandığı ve erkeklerin korkmaması gerektiğiyle, onlar için de çok iyi sonuçları olacağıyla ilgili. Orada diyor ki: “Sonuçta erkeklerin güçsüz olma, ağlama hakları yok. Bu da haksızlık.” Erkekler için korkutucu değil, iyi bir şey. Herkes rahatlayacak.
Bir de dizi tutmadığında sorumluluğun kadın oyuncunun üzerine atılması kötü.
Türkiye, erkek çocuğunu kayıran, daha çabuk affeden, kimselere layık göremeyen dev bir ebeveyn gibi geliyor bana. En tatsız tarafı da bazen bunu kadının kadına yapması. Şiddet sadece fiziksel değil, psikolojik şiddet ne olacak? Kötü bakışları ne yapacağız? Kadınların önce, hemcinslerini bir tehdit veya öfke merkezi olarak değil, gerçekten bir insan olarak görmesi de çok önemli bir adım.
Röportaj: Aysun Öz
Röportaj fotoğrafları: Süreyya Dernek
YORUMLAR