Hande Altaylı’nın “Kahperengi”sini çok sevmiştim ama yeni romanını daha çok sevdim. “Delice”, cüretkâr bir kitap. Evet, içinde aşk var, ilişkiler var, cinsellik var, hırs var, mizah var ama hiçbiri alışık olduğumuz türden değil. Karakterler de öyle... Güzel olmadıkları gibi iyi bile değiller. O yüzden açıkçası okumaya başladığımda bana fazlasıyla uzak geldiler. “Çirkin” Meryem’i, “deli” Kazım’ı bırakın sevmeyi, anlamakta bile zorlandım. Yaptıklarını ya da başlarından geçenleri de kimi zaman öfkeyle hatta bir çeşit tiksintiyle okudum. Ama Altaylı, romanını öyle ustaca bir kurguyla örmüş, okuru öyle manevralarla tuzağa düşürmüş ki her bölümün sonunda bir sonraki bölümde olacakları “delice” merak etmekten de kendimi alamadım. Böylece nasıl olduğunu fark etmeden bir bakmışım romanın ortalarına gelmişim ve başta hiç sevemediğim o karakterler için üzülmeye, endişelenmeye, abartmıyorum gözyaşı dökmeye başlamışım. Altaylı’yla romanını, bahtsız, uğursuz kahramanlarını ve yarattığı o yarı fantastik Çakalağzı Köyü’nü konuşmak için buluştuk. İşte anlattıkları...



Bu hikâye ne oldu da size “Gel beni anlat” dedi?

Epey karanlık bir dönem geçiriyordum, hikâye tam anlamıyla içimden “püskürdü”. Daha doğrusu bir gece yatakta dönüp dururken aklıma düştü ve sabaha vardığımda hikâyenin büyük bir kısmını çözmüştüm. İnanılmaz heyecanlanmıştım, 24 saat Meryem’le Kazım’ı düşünmekten kendimi alamıyordum. Kendimi “Delice”ye borçlu hissediyorum çünkü iyi geldi bana, yazdıkça nefes aldım, içimdeki zehri attım. Beni sağlıklı tutan bir şeymiş yazmak, bunu anladım.



Yazmak nasıl yapıyor bunu?

O mekanizmayı net çözebilmiş değilim. Galiba, yazarak kendime yeni bir dünya kuruyorum ve vaktimin çoğunu orada geçiriyorum. Normal hayatta işler yolunda gitmediğinde faydalı bir durum.



‘Tekme tokat girişiyorum kendime’



Nasıl yazıyorsunuz?

Başka her şeye kendimi kapatarak... Yazdığı süreçte başka işler de yapabilenlerden değilim. 2 saat için bile dışarı çıksam bütün konsantrasyonum bozuluyor, neredeyse birkaç gün yazamıyorum. O yüzden de pek çıkmıyorum. Evde oturduğumda günün tamamını yazarak geçirmiyorum elbette, çoğu zaman aylaklık ediyorum ama yine de çıkmıyorum çünkü hikâyemden kopmak istemiyorum.



Gelen giden olmuyor mu?

Gelmezlerse daha mutlu oluyorum. Allah’tan ev şehre biraz uzak. Telefonları açmıyorum, zaten telefonla konuşmayı hiç sevmem, mesaj insanıyım. Böyle bir uzaklaşma durumum oluyor, sanırsın dünyayı kurtarıyorum. Mümkünse markete bile gitmiyorum. Günlük rutinimde vazgeçemediğim tek şey spor yapmak. Bana güç veriyor, çünkü yazmak savaşmaya benziyor.



Ya yazarsın ya ölürsün gibi mi?

Aynen. Savaştığım başkası değil tabii, benim. Tekme tokat girişiyorum kendime, o da bana girişiyor.



‘Ben yazarken Fatih , Zeynepin annesi oluyor



Erkek yazarların eşleri kocalarına yardımcı olmak için ellerinden geleni yaparken, kadın yazarlara en iyi ihtimalle hoşgörüyle bakılıyor. Sizin evde durum ne?

Fatih, işimi kolaylaştırmak için her şeyi yapıyor ve ben yazarken resmen Zeynep’in annesi oluyor. Okuldaki veli görüşmelerine, toplantılara bu sene hep o gitti. Hiç gocunmaz öyle şeylerden. Eh, vakti de vardı, yaptı. Zeynep’le ilişkisi de bundan olumlu etkilendi.


Romanınızda, Çakalağzı diye 484 nüfuslu bir köy var, çakal kafası şeklinde “sivri dişleri olan” dev bir kayanın altında duruyor. Yeteneklerinizden biri de olmayan mekânları yaşar hale getirmek. “Kahperengi”deki Yaslıhan gibi...

Yaslıhan’ı yazarken Edremit’in kenar mahallelerinden etkilenmiştim ama burası tamamen zihin ürünü. Ne gördüm oraya benzer bir yer, ne de hayal ettim. “Delice”yle ilk kez başını sonunu bilerek başladım bir romanı yazmaya, ilk kez tamamen hayal ürünü bir köy inşa ettim...





Değişik bir mizah anlayışınız var, bana öyle geliyor ki yıkıcı şeyler olurken karakterlerin birbirine düşmesinden zevk alıyorsunuz. Gerçi okurken öyle anlarda güldüğü için kendine kızıyor da insan. Kasabanın adı Görece. Nerelisin? Göreceli... “Bize şu Görecelileri kim anlatacak?” diyordum, siz yaptınız...

Bir olayın kötü olması komik olmadığı anlamına gelmiyor. Çok üzüldüğümüz şeyleri, zaman geçince gülerek anlatmaz mıyız? Çabam, hayatın kendisi gibi yazabilmek. Hem söyledin ya; hepimiz Göreceliyiz. Doğrularımız, yanlışlarımız, kararlarımız hep göreceli. Bu ismi köye de verebilirdim ama daha büyük bir yere vermeyi seçtim. Sadece Çakalağzı ahalisi değil, herkes Göreceli olsun diye...



Size bir keresinde “Kendinizi hain buluyor musunuz?” diye sormuştum. Haksızlık etmişim, esas bu romanda sormalıymışım o soruyu.

Karakterlere acımadığım için mi? Yok aslında, acıyorum, üzülüyorum ama yapacak bir şey yok, onların şanssızlığı da benim yarattığım karakterler olmaları. Kötü aileye doğan çocuklar gibi... Kafam bu şekilde çalışıyor. Gerçek hayatta da böyleyim. “Sevgilim beni aramıyor, neden acaba?” diye soran birine, yekten, “Başkasını bulmuştur” diyebilirim. Aklıma hep en kötüsü gelir. Bir de son zamanlarda insanları bilinçli olarak incelerken yakalamaya başladım kendimi. Sonradan yazabilmek için...



Kendilerini okuduklarında ne hissediyorlar?

İşte o çok ilginç, kimse kendini tanımıyor, üzerine alınmıyor. İnsanın kendisine yönelik algısında bir eksiklik olduğunu düşünmeye başladım. Gerçi insanları böyle incelemek de biraz kötü.



Arşive yeni yeni parçalar ekleniyor gibi bir şey mi bu?

Bazen ekleniyor, bazen eklenmiyor. Kimi zaman bir karakterde küçük bir detay olarak beliriyor, kimi zaman da bir karakterin varolmasını sağlıyor. Bir yazar için bu doğal aslında, beni mutsuz eden, anda olmayı kaybetmeme yol açması. Kafam hep bir yerlerde, yaşadığım anın uzağındayım. Oysa bazen “orada” olabilmeyi çok istiyorum.



"Erkekler de çok tatlı ama biz kadınlar daha tatlıyız"



Romanda erkekler ikincil önemde. Hepsi adeta yan rolde gibi. Öte yandan kadınlar, zayıf görünseler de güçlü olabilen karakterler. Romandaki tek kuvvetli erkek de aslında en öyle olmaması beklenen, neden?

Hayatta da kadınların erkeklerden daha güçlü, daha renkli ve daha komik olduklarına inanıyorum. Tamam erkekler çok tatlı ama biz daha tatlıyız ve onları öldüren şeyler bize dokunmuyor. Dokuz canlıyız, kedi gibi... Ve tırnaklarımızı da aslında oje sürmek için uzatmıyoruz. Kadın kısmı başına ne gelirse gelsin mücadele etmekten vazgeçmiyor. Belki doğurganlığın verdiği bir şeydir, bilmiyorum. Ama oturup özellikle güçlü kadınlar yazayım da demedim... Öyle oldular.



Size rağmen mi öyle oldular?

Bana rağmen diyemem, neticede onları engellemeye çalışmadım. Ama karakterlerin de kendilerini yazdıklarına inanıyorum. En azından “Delice”dekiler öyle yaptı.



Bütün kusurlarına, zayıflıklarına hatta kötülüklerine rağmen karakterlerin her birini anlamamızı, birçoğu için üzülmemizi bazılarını da sevmemizi sağlamışsınız...

Umarım öyle olmuştur. İnsan tanıdıklarına karşı daha hoşgörülü olur. Benim istediğim de buydu. Okuyucu Meryem’i tanısın, Aliço’yu tanısın, Kazım’ı, Bedriye’yi tanısın. Çünkü tanırsa anlamak için çaba harcar ve bu çaba hoşgörüyü doğurur. “Aslında altın gibi kalpleri var” gibi bir mesaj vermekten kaçındım, çünkü altın gibi bir kalpleri falan yok. Ama bu halleriyle de anlaşılsınlar istedim. Toplumun onlara yaptıklarına birlikte bakalım istedim.



İtiraf edeyim, başta Meryem’den pek hazzetmemiştim. Görüntüsüyle, hali tavrıyla, gözü karalığıyla, müdanasızlığıyla, ağzının bozukluğuyla, sertliğiyle, savaşçılığıyla, tutkusunun derinliğiyle, hiçbir bakımdan başkalarına benzemediğini okudukça fark ettim ve cazibesine kapıldım...

Meryem’i ilk bölümlerde sevmediniz, çünkü onu tanımıyordunuz. Hayatını, ailesini, hayallerini bilmiyordunuz. O da zaten siz onu sevin diye kılını kıpırdatmıyordu. Onu sevmek, uzaktan hiç hoşlanmadığın bir adamla mecburen aynı masada oturup o kadar da fena biri olmadığını görmek gibi bir şey. Ben insanların Meryem’i sevmelerini değil sadece anlamalarını istedim. Ve Meryem’in dönüşmesine izin vermedim.



‘Kinci değilim , çünkü nefret kalbe yük



Hayatta da başkalarının kusurlarına karşı anlayışlı mısınız?

Bazen olmuyor elbette. Sadece sürekli farkındalığımı korumaya ve bunu başarmak için gayret göstermeye çabalıyorum. Bir de kinci olmadığım için hemen affederim. Bu bence iyi bir huy, çünkü nefret kalbe yük...



Büyük şehirlerden birinde de geçemez miydi bu hikâye?

Geçerdi elbette ama insanların üzerindeki toplum baskısını okuyucuya daha net hissettirebilmek için küçük bir topluluk olsun istedim. Yoksa köy romanı yazmak gibi bir kaygım yoktu. Zaten tarla sürmenin detaylarıın anlatmıyorum. İstediğim, köyün de adeta bir karakter gibi orada dikilip durmasıydı.



Çakalağzı’nın gözü kulağı var, evlerin içini dinliyor, birilerinin başına bir hal geldiğinde kıs kıs gülüyor...

Özellikle bizimki gibi, gözlerini başkalarının hayatına dikmiş toplumlar, bireyi çok yaralıyor. Kuralların içine doğuyorsunuz, sorgulama şansınız pek az, sorgulasanız bile değiştiremiyorsunuz. Toplumun kendi kendine dönüşmesini beklemekten başka bir şansınız yok. Meryem ise savaşçı. “Siz iki yüzlüyseniz, ben dört yüzlüyüm” diyor. “Âlem buysa, kral benim” diyor. Onu “kötü” olmakla suçlayan topluma dönüp, “Sen kendine bak” demekten zerre çekinmiyor.



Çakalağzı’nın halleri bence bizim memleketin hallerinden farklı değil...

Farklılıklara tahammülümüz kalmadı ve insanlar çok acımasız. Böyle olunca toplum daha da acımasız oluyor. Bence bu yüzden çok fazla sanat üretmiyoruz. Kendi gözlerimize, kendi içimize pek bakmıyoruz, gözlerimiz hep başkalarının hayatlarında... Hikâyemi gene bu karakterlerle ama çok daha tatlı anlatabilirdim ama ben öteki yolu seçtim. Karakterlerimin içlerini açıp kalplerindeki kötülüğü görünür kılmayı istedim. Aslında, senden benden farksızlar.



‘Herkesten uzakta kötü şaraplar yapsam



Yazmanın sizi arındırdığını söylediniz? Başka kaçış yollarınız var mı?

Fotoğraf çekiyorum. Yeni merakım bu. Bu yıl bağbozumu zamanında 10 gün kadar bir arkadaşımın bağ evinde kaldım, harikaydı. İptidai yöntemlerle şarap bile yaptık. Gerçi şarap çok kötü oldu, o da ayrı. Uzun zamandır bu kadar eğlenmemiş, kendimi bu kadar mutlu hissetmemiştim. “Oh, tamam, artık aylarca eve kapanıp yazabilirim” hissiyatıyla döndüm. Keşke öyle bir yerim olsa diye düşünüyorum şimdi. Herkesten uzakta, kötü şaraplar yapsam...



‘Sevme biçimleri üzerine bir roman olmasını istedim’



“Delice”de saf ve mutlu bir ilişki ya da evlilik yok. Şöyle orta halli, huzurlu gibi olan bile yok. Aşkla, evlilikle derdiniz, alıp veremediğiniz ne?

Birbirimizi kandırmayalım, 13 yaşında değilseniz hayatta hiçbir ilişkinin çok saf, çok masum olmadığını bilirsiniz. Delice’ye gelince; bu roman temelde sevme biçimleriyle ilgili. Abinin kardeşine sevgisi, kocanın karısına sevgisi, kadının âşığına sevgisi, iki arkadaşın arasındaki sevgi... Ben bir aşk romanı yazmak istemedim, sevme biçimleri üzerine bir şeyler söylemek istedim. Bunu yaparken de hiçbir ilişki biçimini “İçinde sevgi var ya da yok” diye ayırmadım. Hem biz kim oluyoruz da başkalarını yargılayacağız? Hangi ilişki daha alçak, hangisi daha yüksek, dışarıdan bakarak anlayamayız. Seks temelli gibi görünen bir ilişki pekâlâ 25 senelik bir evlilikten daha hakiki olabilir, bilemezsiniz.



Fatih Altaylı’nın eşi olmasaydınız yazar olarak bazı şeyler sizin için daha mı kolay olurdu? Mesela önyargılarla karşılaştınız mı?

Önyargılar oldu ama bunun için kimseyi suçlayamam. Ben kimsenin kitabını ünlü birinin bilmemnesi yazdı diye okur muyum? Okumam. Bundan ötesi beni ilgilendirmiyor. Yazdığım şeyle o kadar meşgulüm ki kafamı kaldırıp insanlar benim hakkımda ne düşünüyor, ne söylüyor diye bakmıyorum. Yazarlığımı Fatih’in karısı olmama bağlayan varsa ve bu fikir onu mutlu ediyorsa yapabileceğim bir şey yok. Kızamam da. Benim derdim başkalarıyla değil, kendimle. Daha iyi yazmak için çabalıyorum, hepsi bu.



"İçimden çıkan o berbat kadından yazdıkça kurtuldum"



“Delice”nin karakterleri varolmalarını sizin hangi huzursuzluklarınıza, ruhunuzdaki hangi fırtınalara borçlu?

Her şey babamı kaybettiğim sırada başladı. Ölüm ilk kez bu kadar yakınıma gelmişti, içimde nereye sığdıracağımı bilmediğim bir acı vardı. Dengem altüst oldu, öfkeli, toleranssız ve gerçekten epey antipatik biri haline geldim. İçimden daha önce hiç bilmediğim, tanımadığım bir kadın çıktı ve ben, aylar boyunca onunla yaşamak zorunda kaldım. Üstelik birlikte yaşaması zevkli biri değildi. Neyse ki yazdıkça o berbat kadından kurtulabildim.



‘Aylarca Meryem ile Kazım'ın ortasında uyudum



■ Ne hissettiniz roman nihayet bittiğinde?

Kahroldum. Açıkçası her roman bittiğinde ben daha çok üzülür oldum, çünkü galiba yazmakla kurduğum ilişki gittikçe daha sıkı fıkı bir hal almaya başladı. İlk romanım “Aşka Şeytan Karışır” bittiğinde ne hissettiğimi şu an pek hatırlayamıyorum ama ikinci romanım “Maraz”da burulmuş, “Kahperengi”de çok üzülmüştüm, “Delice”deyse büyük boşluğun içine düştüm. Sanki aylardır Meryem ile Kazım’ın ortasında uyumuştum ve bir sabah orada olmadıklarını görmüştüm. Şöyle desem yalan olmaz: Meryem, Kazım, Aliço, Bedriye, Âşık Veysel; tüm karakterler, gerçek insanlarmış da hayatımdan çıkıyorlarmış ya da bir bakıma ölüyorlarmış gibi hissettim. Günlerce yas tuttum, göğsümün ortasında bir ağırlıkla dolaştım.



Röportaj: Güleney Börekçi

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.