Bir uzmanın koltuğuna oturup anlatmaya başlasam, onu çıldırtacağımdan emindim. Ama geçenlerde okuduğum bir makale bakış açımı değiştirdi. “Ya Türkiye tek bir insan olsaydı ve bir psikiyatra başvursaydı, bugünkü toplumsal şikâyetlerimizle nasıl bir reçete yazılırdı?” Bu fikir çok hoşuma gitti. En azından kişisel olarak “Bengi Hoca”yı çıldırtmak gibi bir vebalin altına girmeyecektim. Sonuçta bu bir “memleket meselesi”ydi. Böylece birlikte Türkiye’yi psikiyatr koltuğuna yatırdık. Töre cinayetlerinden çocuk istismarına, eşcinsellikten terör belasına kadar ülkenin psikolojik portresini çıkardık. Daha doğrusu Prof. Dr. Bengi Semerci anlattı, ben ağzımaçık dinledim...


Türkiye tek bir insan olsaydı, görüp yaşadığımız toplumsal şikâyetlerle senin hasta koltuğuna uzansaydı, teşhisin ve reçeten ne olurdu?

Teşhisim “ergenlik, kimlik karmaşası” olurdu. Ardından da “Uzun bir terapi sürecine gücün, isteğin var mı” diye sorardım. Şayet “Yok, hemen bir reçete istiyorum” cevabını alırsam, sadece “Geçmiş olsun” diyebilirdim.


Bulsaydın derdine bir çare, niye kapıyı gösteriyorsun hemen?

Kısa sürede, tek öneriyle tedavisi mümkün değil de ondan.


Akdeniz ülkesi, kanı kaynıyor. Hoşgörüsüzlük ve asabiyetimizin sebebi de bu olabilir mi?

Hoşgörüsüz değiliz aslında. Hatta bazen aşırı hoşgörülüyüz. Türkiye’deki sorun, dürtü kontrol bozukluğu. Aklımıza eseni anında yapıyoruz. Düşünmeden konuşuyor, harekete geçiyoruz. Üstelik gelecek nesilleri de böyle yetiştiriyoruz. Tahammülsüzüz.


“Güven eksikliği ‘biz Türkler’ diye cümle kurduruyor.”

Hoşgörüsüz değilsek neden trafikteki en ufak tartışma cinayetle sonuçlanabiliyor?

İki temel nedeni var. İlki yaşadıklarımızın sorumluluğunu almayı öğrenmiyoruz. Halıya takılıp düştük diyelim, bu talihsiz durumun sorumlusu ya halı ya da o halıyı oraya koyan!


Hımm, peki ya ikinci neden?

Dürtülerimizi kontrol etmedeki sıkıntılarımız. Duygularımızı anlamlandırıp nasıl dile getireceğimizi bilmiyoruz. “Çok seviyorum” diye insan öldüren bir milletiz...


Tahammül sınırlarımız da kolay zorlanıyor artık galiba...

Çünkü kendimizi değerlendirmek ve değiştirmek zor geliyor. Düşünmek yerine saldırıyoruz. Bir de güven eksikliğimiz var. O yüzden “Biz Türkler” diye kendimizi aşağılayan cümleler kuruyoruz. Ama başkasının bizi eleştirmesine tahammülümüz yok.


Karşımızdakini değiştirmeye çalışıyoruz.

Ya değiştirmeye ya susturmaya... Televizyonda en ciddi adamlar bile bir süre sonra bağırarak karşısındakini susturabileceğini sanıyor. Bu şekilde susturabilirsin ama düşüncesini değiştiremezsin.


“Türkiye’nin ergenlik sorunu var!”

Nasıl kapıldık bu bağırma sevdasına?

Çocuklarımıza davranışlarının sorumluluklarını üstlenmeyi öğretmek yerine, baskın olanın kazanacağını aşılıyoruz.


Ağaç yaşken asabileşiyor yani...

Öyle. Baba bağırırsa susarsın. O haklıdır, ne söylediğinin önemi yoktur. Büyüyünce sen de bağırarak susturmaya çalışırsın, çünkü çocukken örnek aldığın davranış budur.


Ya devlet; o da asabi mi?

Devlet aslında bireylerin oluşturduğu bir kurum. Dolayısıyla bireylerinden farklı davranması imkânsız. Dürtüleri bu kadar kontrolsüz olan bir milletin devletinin kontrollü olmasını bekleyemeyiz.


Osmanlı’nın şanlı tarihiyle övünüp doğulu bir ruha sahip Batılı gibi yaşamanın çelişkisini de unutmamak lazım...

O da var ama “Türkiye’ye bir tanı koymam gerekirse, ergenlik tanısı koyarım” dedim ya. Ergenlik, kişiliğini oluşturma dönemidir. Mesleki, sosyal, cinsel kimliğini oluşturursun. İşte Türkiye bu kimlik kargaşasını yaşayan bir ergen gibi.


Gençler de bu kimlik kargaşasına mı düşüyor?

Düşmez olur mu? Oraya mı, buraya mı ait olayım derken o karmaşanın içindeler zaten, ergenliğin özü bu.


Peki DNA’mızda bu karmaşayı daha da tetikleyen dedikodu kavramı var mı?

Başkalarının hayatını merak etmek var. Gözetleme kültürü ev ren sel bir duygu. Mesela Batı’daki komşuluk ilişkilerinde insanlar birbirine “Merhaba ” der ama özel hayatına pek girmez.


Zaten hep söylerler gurbette komşuluğun olmadığını.

Aslında var ama bir yere kadar. Doğu’ya doğru gelince sınırlar kayboluyor. “Merhaba” dediğinizde, “Dün gece niye yoktunuz, ışıklar yanmıyordu, neredeydiniz”ler başlıyor. Ciddi bir sınır sorunumuz var.


Büyük sitelerde sınırlar evlerin içinde mi çiziliyor?

Bireysel sınırlarımızı koyamadığımızdan mekanik sınırlar çizip sitelere kapanıyoruz.


Ötekileştirme dedikleri böyle mi oluyor?

Gerginlik anlarında insanlar duygu ve düşüncelerini düzgün sunamadıkları zaman en iyi yöntem karşı tarafı reddetmektir.


Bunun sonu pek hayra alamet değil gibi...

Tabii. Önce ötekileştirirsin ardından gruplaşmalar başlar. Gruplaşınca da bazı küçük farklılıklara önem vermeye başlarsın; kıyafet, bıyık şekli gibi. Bu da ayrışmayı belirginleştirir, çatışmayı artırır.


“Yas, zamanında ve doğru yaşanmalı”

Kimseyi yargılamak için söylemiyorum, bir pskiyatr olarak soruyorum. Şehit oğlunun cenazesini “Vatan sağolsun” diye gülerek mezara uğurlayan bir anne, nasıl bir ruh hali içinde olabilir?

Herkesin bir yas tutma şekli vardır ancak bahsettiğin sağlıklı yas olmaz çoğu kez. Oysa yas zamanında ve doğru yaşanmalı.


Terör ve toplumsal paranoya...

Zaten terörün hedefi de budur. Ama bizde aklıselim olması gerekenler de medya da insanların acılarını, öfkelerini zaman zaman abartarak gündeme getirip istemeden de olsa terörün etkisini artırıyor.


Yani “Terör haberlerini abartmayın” diyen Başbakan’a katılıyorsun.

Başbakan’ın istediği özel değil, evrensel bir kural. Mesela İngiliz basını IRA’nın hiç bir haberini abartmadı. 11 Eylül’den sonra ilk günkü yayının haricinde Amerikan televizyonları çok fazla görüntü vermedi, çünkü terörizmin amacı korku uyandırmaktır. Gerginlik otoriteyle çatışmayı, o da karmaşayı artırır.


Röportaj: İzzet Çapa

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.