Bizim oğlanın hayvanlara olan ilgisi ve merakı bu köşeyi okuyanların malumu... Evdeki boy boy, çeşit çeşit hayvan oyuncaklarının popülerliklerini asla yitirmemeleri, hayvanlarla ilgili hikâyelere merakı, ilk kelimelerinden birinin “hab hab” (meali: hav hav) oluşuyla başlayan ve süregelen bir ilgi bu... Sayesinde hayatımda hiç duymadığım hayvan isimlerini öğrendiğim gibi (bkz. mirket), her türlü hayvan filmine, kitabına vâkıf oldum... Hal böyle olunca senede birkaç kere (içimi burka burka) yönümüzü Darıca Faruk Yalçın Hayvanat Bahçesi’ne doğru döndürmek mecburi...


Hayvanat bahçesi, konsept olarak beni üzen bir yer... O tel kafeslerin ardında nasıl da mahzun, nasıl da miskin duran aslanları, leoparı, boa yılanını, zürafayı gördüğümde kederleniyorum... Onları orada gördükçe, yaşam alanlarını nasıl da zalimce katlettiğimizi, soylarını tükettiğimizi, bu heybetli, bu güçlü, bu gösterişli yaratıklara nasıl da kötülükler yaptığımızı algılıyorum. İçim acıyor.


Faruk Yalçın Hayvanat Bahçesi’ne genelde hafta içi gitmişiz şimdiye kadar; ben hüzünlenmişim, Uzay heyecanlanmış ve bu hislerimizle dönmüşüz eve. Bu sefer pazar günü gittik ve bambaşka bir duygu eklendi benim içime: Öfke!


Hayvanat bahçesine gidip, insanlardan nefret edip döndüm bu sefer. Neden derseniz durum şu:


Bahçenin girişinden itibaren her tarafta altı çizilerek, kalın ve büyük harflerle birtakım uyarılar yazıyor. En çok vurgulananı: “Hayvanları beslemeyin...” Bunun yanı sıra “Kafeslere çok fazla yaklaşmayın, camlara vurmayın”... Bana kalırsa bir de “Önce insan olun, öyle gelin” yazılmalı...


Heyhat! Kime diyorsun? Şempanzelerin bulunduğu yer dört tarafı camlarla kapalı, upuzun duvarlarla çevrili bir alan. Adamın teki o duvarları aşırtarak elindeki mısırları şempanzelere atıyor, görseniz yüzünü nasıl da mutlu...


“Anne kaplumbağayı sevebilir miyim?” diyor Uzay, “Onlar evcil hayvan değil, senin dokunuşundan hoşlanmayabilirler, dokunmayalım” diyorum oğluma... Anlıyor, çok şükür!.. Israr etmiyor.


Papağanlar bağıra çağıra uçuyorlar kafeslerinin içinde. Bahçenin en gürültülü yeri burası... Kadının biri elindeki simidi ısrarla bir papağana yedirmeye çalışıyor; yanındaki çocuğu da papağan simide doğru her hamle yaptığında ona vuracakmış gibi bir el hareketiyle kuşu kaçırıyor... Tam bir Çin işkencesi...


Pelikanların ve ördeklerin olduğu göletin etrafı alçak çitlerle çevrili. Bir adam pelikanın ağzına kolunu sokuyor, çocuğuna da yapmasını söylüyor: “Bak acıtmıyor, bak...” Dayanamıyorum, “Yapmayın, hayvanı rahatsız etmeyin” diyorum. “Rahatsız olsa gider” diyor, onun demesine kalmadan pelikan acayip bir çığlık atıp uzaklaşıyor.


Ne oldu şimdi? Eğlendik mi? Çocuklarımıza doğa sevgisi mi aşılamış olduk. Şempanzeyi zehirledik, papağanı delirttik, pelikanı rahatsız ettik; oh ne âlâ bir pazar gezisi oldu bizim için...


Küçük ölçekte davranış neyse büyüğüne baktığımızda da aynısını görüyoruz; şaşırtıcı değil. Burası doğayı mülk olarak gören, suyunu sıkıp, kökünü kurutup ondan rant çıkarmak isteyenlerin ülkesi. Birileri beton canavarlar uğruna ormanları kurutuyor, birileri pelikanın ağzına kolunu sokuyor...


Biz ne zaman böyle olduk? Ne zaman kendimizi doğanın mutlak hâkimi, hayvanın, bitkinin, nehrin, toprağın efendisi olarak görmeye başladık... Bu yanılsama, bu büyüklenme ve cahillik karışımı algı bir gün değişecek mi? Mümkün mü?


Gözlerim dolu dolu, saçlarım sinirden dikelmiş bir şekilde çıkıyorum hayvanat bahçesinden... Uzay en çok, sırtında yeni doğmuş bebeğini taşıyan babunu sevmiş bu sefer, anlatıyor...


Yazı: Damla Çeliktaban

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.