Bazen, gecikmiş sözler vardır. Niyetlenirsiniz. Bilemediğiniz bir şey sizi alıkoyar. Daha iyi bir zamanı kollarsınız. “O zaman söyleyeyim” diye... Bu yazı da o fasıldan: Geçende Michele Haddad’ın yazdığı “Halil Şerif Paşa” adlı kitabı tekrar elime aldım. Halil Şerif Paşa bir diplomat, siyaset adamı. Ama bizi bugün ilgilendiren yönü bunlar değil... Bu “Tanzimat aydınının” en önemli yönü, 19. yüzyılın küresel ölçekteki en kayda değer sanat koleksiyoncularından oluşu: “Batı resmi” alanında ilk Türk koleksiyoncu. O ölçekte, ilk ve tek. Bugün bile... Bu “nadirattan vatandaşımızı” bilmek, hatırlamak elzem. Gerek resimlerini alırken, gerekse sonra 1866’da topladığı koleksiyon müzayedeyle satılırken, yer yerinden oynuyor. Klasik Batı resminin büyük isimleri “Ingres, Courbert”... Hepsi onun koleksiyonunda...

Kayda değer koleksiyonerin hayatını anlatan kitabı bana R. Portakal hediye etmişti: Yazar,”Türk koleksiyoncunun” sanat aşkını, bir koleksiyonerde olması gereken bilgi, birikim ve deneyimini anlatıyor. Ama hepsi bu mu? Hayır, değil! Belki daha da önemlisi Halil Paşa’daki yaşam aşkı. Hem Osmanlı hem de Mısır Hanedanı’na yakın paşanın hayat hikâyesi sadece bu açıdan bile bilmeye değer. Bir “burjuvanın Doğu ve Batı kültürleri arasındaki duruşu!”. “Peki ama” diyeceksiniz : “İyi, güzel de, bu geçmiş zaman kitabı ne diye şimdi önümüzde?” Onu da diyelim: Muradımız kitabın içindeki “piknik sahnesini” nakletmek.... Geçen gün, Nevruz’da tam bunu yazacakken Metin And’ın “Rituel’den Drama” kitabına rastladık. “Nevruz, kırmızı yumurta bayramı, muharrem, aşure, antik Anadolu uygarlıkları” derken bambaşka bir âleme daldık...

Önce ,”Nevruz” nedir? Şudur: “Yuhyi’l-arda ba’de mevtiha.” Yani, Allah toprağa, ölümünden sonra yeniden hayat bağışlar. Her yerin bembeyaz bir örtüyle kaplandığı, bütün canlıların derin bir uykuya çekildiği karanlık kış günlerinden sonra, insanlığın ortak inançlarından “anâsır-ı erbaa’nın, dört unsurun gazaplısı ateş” bir ilahi nimet halinde, havayı, suyu ve toprağı ısıtır. Cemre. Her şeyin ve dahi her şeyin uyandığı bir saattir bahar...


‘Alemdağ Korusu'nda piknik"

Pikniğin, her çeşidinin ayrı bir cazibesi vardır. Orası tartışılmaz. Ama şanımız yürüsün, biz işe Halil Şerif Paşa’nın “piknik sepetini” aktarmakla başlayalım. Michele Haddad’ın kaleminden: “Konuklarına ziyafet vermeyi pek seven ‘İstanbul’daki Parisli’ alışkanlıklarına ara vermemek için, Chaussée-d’Antin ile Boulevard des İtaliens’in kesiştiği köşede bulunan ve son yıllarda, öğlenleri görünmenin pek makbul olduğu Bignon Lokantası’ndan bir aşçı getirtmişti. Aldığı bu önlem sayesinde, Alemdağ Korusu’nda verdiği unutulmaz bir piknikte, 18 Avrupalı dostuna düşsel bir ortamda peri masallarına yaraşır bir yemek sunmuştu. Piknik âleminin “mönüsü” şöyleydi:


Beşamel soslu yumurta


Istakoz soslu yayın balığı


Patatesli sığır filetosu


Kuzu fırın


Mayonezli jambon ve piliç


Av eti ezmesi


Kızarmış keklik ve bıldırcın


Tereyağlı, maydanozlu börülce


Türk yemekleri


Üzeri şekerli, bademli kurabiye


Kahveli dondurman


Çeşitli tatlılar


Mahzenin en iyi şarapları

Fırınlar ve mutfak gereçleri korudaki bir açıklığın ortasına getirilmişti. Halil Bey’i tanıyan herkes, davetlerini düzenlerken gösterdiği cömertlik ve düş gücüne hayran kalmıştı.”

Ne demiştik. Piknik dediğiniz, aslında bir bahar ayinidir. İlla Halil Şerif olmak, servet harcamak gerekmiyor. Etrafınıza bakmayı, görmeyi biliyorsanız... İşte o zaman belki de en iyi piknik mönüsü zaten orada: Baharın sundukları. Sonra? Sonrası size kalmış. Bir gizli, kokulu bahçe bulun. Kendinizi düş gücünüze kaptırıp uçuverin. Kaybolduğunuz günlere dönün!


Renk ve koku

Piknik malzemeleri, elbette lokanta ya da alışveriş merkezinden alınmaz! Ya? Gelin H. Ekşigil’e kulak verelim: “Sebze ve meyve bakımından tam bir bolluk ülkesi sayılabilecek Türkiye’de bir süredir büyük mağazaların steril ortamına ve halden çıkma mallarla kurulan semt pazarlarına gönül indirmeden alışveriş yapabilir, gerçek ‘çarşı-pazar’ların tadını çıkarabilir, buzdolabınızdaki süpermarketten alınma, hepsi aynı boyda, kokusuz, tatsız meyve ve sebzeleri ‘gerçekleriyle’ değiştirebilirsiniz.


Pazar deyince akla semt pazarları geliyor. Evet, hepsi dükkânlara kıyasla çok daha davetkâr görünen ürünler satıyor ama fark sadece tazeliklerinde. Zira aynı üreticilerin malı. Hale girmeyen mal pazara çıkamaz. Oysa bunun biriki istisnası var. Organik ürünler ve küçük ölçekte kalan, köy pazarları. Şeftalinin ‘sulu, lifli bir şey’in ötesinde bir tadı ve kokusu olduğunu, kayısının ‘sarı ve mayhoş’ değil, şeker gibi tatlı olabildiğini, yeşil biberin yerken ‘esnemeyip’ çatırdayarak kırıldığını, domateslerin ortasında bir ‘kütük’ değil sadece çekirdek bulunduğunu yeniden keşfetmek de az şey mi? Uzun zamandır hiçbir şeyin esas lezzetine sahip olmadığı bir gerçek. Gençlerin ‘aslında neye benzediğini’ bilmediği o kadar çok meyve ve sebze var ki! Bu hali telafi edebileceğiniz adres: Ekolojik pazardır...


İlk yıllar malını bizzat satan üreticinin pazarcıya olan oranı yüksekti. Ne yazık ki İstanbul gibi bir metropolde ilgi göremediler. Uzun yolculuklardan sonra İstanbul’da konaklayıp bütün günü tezgâh başında geçirdiklerine değmedi. Birçoğu müşterisinden eğitimli ve duyarlı olan satıcı sayısı düştü. Doktorun sarmısak, avukatın enginar satabildiği bu pazar, sadece alışveriş değil, üreticiyle ahbaplık etmek için de cazip bir yer. Hepsinin bir ‘cehennemden kaçış’ macerası, her birinin ekolojik tarıma gönül verişinin bir yol hikâyesi var. Bozcaada’nın zeytinyağından Bolu’nun taze peynirine, Bursa’nın şeftalisinden Fethiye’nin biberine kadar her türlü taze meyve ve sebzeden tutun da, baharattan makarnaya, baldan cevize pek çok farklı ekolojik ürünü de bu pazarda bulabiliyorsunuz.”


Maydanoz ve kaparili fantezi

Pekala, piknik dedik yayıldık. Ya sonrası? Doğanın bize sundukları. Onlar seyredelim diye mi varlar? Bakın, T. Inaltong sizlere hem de daha alfabenin başından anlatıyor. Toplayın ve eve taşıyın diye: “Bizans döneminde kapari, zeytinyağı, sirke ve balla yapılmış bir sosta bekletildikten sonra ekmek dilimleri üzerinde sunulurmuş. O dönemde iştah açıcı bir bitki olarak kabul edildiğinden yemeklerden önce gelen kanapeler için iyi bir malzeme olacaktır kapari. Kanapeleri yiyip iştahı açılan misafirler ardından gelen yemekleri afiyetle yiyecek, evden memnun ayrılacaklardır. İşte misafirlerinizin iştahını açmanıza yardım edecek güzel bir kanepe tarifi:


15-20 dilim tost ekmeği


Yarım demet maydanoz (roka da kullanabilirsiniz )


1 ufak doğranmış kırmızı soğan (ince kıyılmış taze soğan da kullanabilirsiniz )


1 avuç çekirdeksiz siyah zeytin


1 tatlı kaşığı kapari


4-5 çorba kaşığı zeytinyağı Taze çekilmiş karabiber

Tost ekmeklerini bir bardak yardımıyla kesin. Üzerlerine fırçayla zeytinyağı sürün ve 180 derecede ısıtılmış fırında 10 dakika kadar kızartın. Sos malzemelerini mutfak robotuna koyup püre haline getirin. Fırından çıkardığınız yuvarlak ekmeklerin üzerine sürüp servis edin. Arzu ederseniz bu sosu ançuezli olarak da deneyebilirsiniz.”


Ali Esad Göksel

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.