Ben Philip Roth.


2018 yılında mayıs ayında 85 yaşında ölene kadar dolu dolu bir hayat yaşadım.



Yaşadım mı? Yaşayamadıklarımı da yazdım işte… Aslına bakarsanız yaşadıklarımla yaşamadıklarımın, hayal ettiklerimle, şahitlik ettiklerimin bir karışımını yazdım. Bazen yaşadım, bazen yazdım. Ölene kadar. Herkes gibi.



Size her zaman olduğu gibi biraz kendimi, biraz da hayal ettiklerimi anlatmak istiyorum. Sahte biyografiler, otobiyografiler yazmakta ustayımdır. Sıkılmazsanız. Ben genelde sıkılırım. Boş konuşmalardan, çok konuşmalardan, hayranlardan, eleştirmenlerden, başkalarının yazdıklarından (Kafka hariç), kendi yazdıklarımdan bile sıkıldığım oluyor. Son zamanlarda yaşlılıktan sıkılmıştım.


Yaşlılığın nasıl bir şey olduğunu hayal edebiliyor musunuz? Tabii ki hayır. Ben etmedim. Edemedim. Nasıl olduğu hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Kafamda yanlış bir fikir bile yoktu – Hiçbir fikir yoktu. Herkesin istediği de budur. Hiç kimse mecbur kalmadan bununla yüzleşmek istemez.



Doğal olarak bir insanın hayatının daha ileri bir evresini hayal etmesi mümkün değildir. Bazen insan, bir sonraki evreye girdiğini fark etmeden o evreyi yarılamıştır bile. Yaşlılık hayatın içindeyken dışında durduğunuz ilk vakittir. İnsan bu süreçte kendi çürümesini gözlemlerken (eğer o insan benim kadar talihliyse), süregelen yaşama gücü sayesinde çürümesinden hatırı saylır bir mesafe uzaklıktadır – ve hatta kendini bundan kaygısızca bağımsız hisseder. Evet, kaçınılmaz olarak sizi nahoş sona götüren, giderek artan sayıda işaretler vardır ve buna rağmen siz dışarda kalırsınız.


En iyisi baştan başlayayım…


Birçoğunuzun ismimden de anlayacağı gibi ben bir erkeğim. 13 Mart 1933’de New Jersey’in Newark bölgesindeki hastanede gözlerimi açtığımdan beri bir pipim oldu. Hayatta en çok onun doğrultusunda gittiğimi söyleyebilirim. İnanırsanız. Onunla yaşadıklarımızdan birçok kitabımda bahsettim. Okuduysanız bilirsiniz. Ergenlik zamanlarımın çoğunu tuvalette geçirdim. Mastürbasyon üzerine ihtisas yapışım o zamanlara rastlar.


O zamanlar gençler şimdiki gibi erken olgunlaşmıyor, bir delikanlının bir kızla birlikte olabilmesi için (hele bizimki gibi herkesin birbirini tanıdığı bir Yahudi mahallesinde) onunla en azından nişanlı olması gerekiyordu. Neyse ki 60’lı yılların ruhu sayesinde cinsel özgürlük akımı başladı ve bu sayede cinsellik teknik bir olaya dönüştü. Böyle olmasını gerçekten sevinçle karşıladım ve hayatım boyunca tadını çıkardım. Sanırım yaşlı olmanın en zor yanı buydu. Sekse olan sevgim yaşımla birlikte azalmadı.



Yazdıklarıma pornografik diyebileceğinizi sanmıyorum. Sadece hayatın en önemli ve keyifli unsuru olarak gördüğüm şey hakkında sizden daha fazla düşünmüş ve bu düşüncelerimi ifade etmiş olabilirim; hepsi bu. Ölen Hayvan’da sevgili dostum David Kepesh’in de söylediği gibi:



“Ne kadar bilseniz, ne kadar düşünseniz, ne kadar komplolar kursanız, entrikalar çevirseniz, planlar yapsanız da seksten üstün değilsiniz. Seks çok riskli bir oyun. Özellikle de erkekler için. Birçok erkek onun derdine kendini riske atmasa, sahip olduğu sorunların üçte ikisi olmazdı. Peki ya 75 yaşında bir erkek olsanız. Şimdiye kadar görünmeyen büyün organlarınız (böbrekler, akciğerler, damlarlar, bağırsaklar, prostat ve kalp) size ıstırap vererek kendilerini görünür kılmak üzereyse ve bu arada hayatınız boyunca en görünürde olan organınız önemsizliğe gömülmeye mahkûmsa ne yaparsınız?”


Nathan Zuckerman’ın The Human Stain’de yaptığı gibi yaşlılığımda viagradan başka dostumun kalmadığı aşikar değil mi? Yine de ben eski benmişim gibi hissettim hep, bir erkek gibi hissettim kaç yaşında olsam da. Bu seksizm midir? Siz karar verin.





Ben bir Amerikalı’yım. Burada doğdum ve büyüdüm; burada öldüm. Bu dili sevdim hep. Onun sayesinde artık sayısını bile hatırlamakta zorlandığım kadar çok ödül aldım. Bu dille yazdığım kitaplar, bu ülkede tekrar tekrar okundular. Bu sayede maddi hiç bir kaygım olmadı. Amerikan rüyasına emsal oluşturacak bir hayat görmek isterseniz eğer, o benimki olabilir.



27 yaşında ilk ödülümü aldım. Kitabımın adı Goodbye Columbus’tu. Amerika ülkesi ve halkının adımı duyması, başka bir deyişle, gelecek vaad eden genç yetenekten şöhretli bir yazar olmaya geçişim ise Portnoy’un Feryadı (1969) sayesinde oldu. Burası Amerika. Birazcık şansınız varsa zengin, ünlü ve tartışılır bir insan haline gelebilirsiniz. Temel belgelerinin özgürleşme hakkında ve bireysel özgürlüğü garantilemeye yönelik olduğu Amerika gibi bir ülkede yaşarken karşılaşacağım mutsuzluğun büyük ihtimalle kendi kendime yarattığım bir mutsuzluk olması gerektiğini düşünürüm hep.




Nazi Avrupa’sında, Mao’nun Çin’inde yaşıyor olsam orada mutsuzluğu benim için üretilmiş olarak bulacağıma eminim. Oralarda sabahları bir daha hiç kalkmamayı istemek için tek bir yanlış adım atmaya gerek yoktur. Ama burada bir erkeğin kendi mutsuzluğunu yaratması gerekir. Beyzbolu çok severim. Bu ülkenin okullarına hem öğrenci olarak hem de öğretmen olarak gittiğim zamanlar oldu. Çok iyi bir öğrenciydim. Çok iyi bir öğretmen olup olmadığımı bilmiyorum; onu öğrencilerime sormanız gerekiyor. Ama öğretmenlik yaptığım zamanlarda bu işi çok sevdiğimi söyleyebilirim.


Ben bir Musevi’yim. Ben aslında musevileri, museviliği, siyonizmi, mabedi, ordusu hatta bir silahı olmayan, evi olmayan bir Museviyim. Sadece ben varım. Bardak ya da elma gibi. Diğer Musevi’ler tarafından anti-semitistlikle itham edilmiş olmam da hayatımın kara mizah unsurlarından bir tanesi. Ben mizahı seven bir Musevi’yim. Orta sınıf Amerikan- Musevi ailesinde yetişmiş olsam bile Musevi- Amerikan kurguları yazdığımı kabul etmiyorum. Zenci edebiyatı, feminist edebiyat gibi saçmalıkları da takmıyorum. Bunlar politik gündemi güçlendirmek amacıyla ortaya atılmış kategoriler.


Ben yazdığım karakterlerim. Alexander Portnoy, Nathan Zuckerman, David Kepesh, Philip Roth. Hepsinin ortak bir takım yönleri olduğunu kabul ediyorum. Hepsi sekse düşkünler mesela. Ama hangi erkek değil ki? Yazdığım karakterler arasından en çok Nathan’ın ben olduğumu düşündüler. Aslında tam olarak öyle denemez. Bu adamların hepsi benim yaşama ihtimalim olan diğer hayatlar; yapmadığım seçimler, başıma gelmeyen koşullar. Bu karakterlerin hepsinin kaynağı benim bu doğru, ama nasıl kıyma ile hamburger aynı şey değilse ben de onlarla birebir aynı değilim. Flaubert’in de söylediği gibi yani: “Ben hamburger değilim.”


85 yaşında öldüğümde bekar bir adamdım. Önceden iki kere evlendim. Dolayısıyla iki kere de boşanmam gerekti. İlk karım Margaret Martinson’du. Bu ilk evliliğim benim isteğimden ziyade onun ısrarı yüzünden gerçekleşmişti. 1963’de boşandık. Her ne kadar başarısız bir evlilik olduysa da yine de ilham verici birçok yönü vardı. 1969’da Margaret bir araba kazasında öldü. When She Was Good romanımdaki Lucy Nelson ve My Life As A Man’deki Maureen Tarnapol ondan çokça izler taşırlar.





İkinci evliliğimi aktris Claire Bloom ile yaptım. Sanırım bu ilkinden bile daha hatalı bir tecrübeydi. Boşandık. Claire biz boşandıktan sonra evlilik hayatımızın ipliğini pazara çıkardığı bir kitap yazdı: Leaving A Dolls House. Bana kalırsa evlenmek çocukça bir heves. Evli çifler neden her gece aynı yatakta uyumak zorundalar? Neden günde beş kere birbirlerine telefon etmek zorundalar? Neden sürekli birbirleriyle beraberler? Bu zoraki uyum kesinlikle çocukça. Tabiata aykırı bir uyumluluk bu.



Geçenlerde bir dergide 34 yıl boyunca evli kalmış bir çiftin birbirlerine katlanmayı öğrenmelerinin muhteşem başarısını okudum. Koca, muhabire gururla şöyle diyordu: ‘Karım ve benim çok sevdiğimiz bir lafımız vardır. Bir evliliğin sağlığını dilindeki diş izlerinin sayısından anlarsın.’ Bu tip insanlarla beraberken düşünüyorum da, cezalandırılmalarının sebebi nedir? 34 yıl. İnsan bunun için gereken mazoistçe gücü düşündükçe huşu içinde kalıyor.



Evlilik en iyi haliyle ahlaksız kaçamakların heyecanları için başarısı su götürmeyen bir uyarıcıdır.



Ölüm konusuna gelince. Bu konuda kayıtsızlaştım sanırım. Son yıllarım hep buna hazırlanmakla geçti. Eskiden daha çok cinsellikten bahsederdim yazdıklarımda; sonra onun yerini ölüm aldı. Ama ikisi de aynı şey değil mi? Hayatın farklı açıları.



12 yaşındayken düşündüğüm gibi ölmek zorunda olmanın adaletsiz bir durum olduğuna inanmıyorum artık. En azından kendi ölümüm hakkında böyle düşünmüyorum. Yaşlılığın iyi yanlarından biri de bu belki.






Eskiden olduğu gibi seyahat etmek de gelmiyor içimden. Oysaki Prag’ı ne kadar çok severim. Baharda ne güzel çiçeklenmiştir her taraf. Hele o güzel Çek kızları… Sanki başkasının hayatından görüntüler hatırladıklarım.



Dönüp de geçirdiğim zamana bakınca eksik bir şey kalmadığına emin oluyorum. Ve biliyorum ki herhangi bir şeyden tadından başka bir şey alamayız.



Hayatta bize bahşedilen, hayattan bize bahşedilen tek şey bu. Bir tat. Ötesi yok.




YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.